187 - Sayanora

 

                Size anlattığım bunca şeyi neden anlattığımı anlamlandırmaya umarım çalışmadınız, nitekim çalıştıysanız da muhtemelen herhangi bir noktaya iniş yapamayıp uzayda serbest gezinmenin getirdiği kafa karışıklığıyla ya dinlemeyi bıraktınız ya da bir dahaki sefere anlayabileceğiniz ümidiyle tekrar konuşmamı beklediniz. Ben Fatih, ve bu anlattıklarım da aslında fatihi olduğum şeylerdi. Sövdüğüm saydığım, aşağıladığım ve nefret ettiğim her şey oldum eski günlerimde. Bunların hepsi olmaktan bıktığımdaysa kabuğuma çekilmeye karar vermiştim, bütün yaşıtlarım gibi. Kabuğuma çekilecektim ve ne olduğumu bulup anlayana kadar kabuğumda kalacaktım. En sonunda hazır olduğumdaysa kabuğumdan patlayan bir konfeti gibi çıkarak bu dünyaya yaşam dağıtacaktım. Bunlar da olduğum son kişiydi. Sövmediğim tek kişi olarak da bu kaldı sanırım ancak kalsın, napalım.

                Otuzlu yaşlarımın ikinci çeyreğinde girdiğim kabuğum, sandığımdan çok daha yabancıydı. İlk başta kaçıp kendimi kurtarmak için yanıp tutuştum, kendimi dışarı atacaktım ve çılgınlar gibi hayatı yaşayacaktım, çılgından çok manik atak geçiren bir masum gibi muhtemelen. Ancak kabuğumdan çıkmamam gerektiğinin farkındaydım. Tamamlandığımı ve kabuğumla bir bütün olduğumu hissetmeden önce çıkarsam her şeyin mahvolmuş olacağını ve kabuğumun da elimden kaçıp ya kırılacağını ya da buharlaşacağını belki de sıvılaşacağını düşünüyordum, dahası buna inanıyordum. Tıpkı Muhammed’in anlattıklarının tanrısından geldiğine inandığı gibi inanmıştım. Bu yüzden gelen ilk kaçma dürtüsünü bastırabilmiştim.

                Kabuğumun içinin ne kadar karanlık olduğunu gördüğümdeyse keşke gelirken yanımda ateş getirseymişim ya da fener, diyerek durumla dalga geçmeye başlamıştım. Bu mizah anlayışıysa ilk ışığım oldu. Aslında buranın kabuğum olduğunu ve burada dilediğim ya da istediğim her şeyin anında elimde belireceğini unutmuştum, hatta bilmiyordum. Bunu öğrenmek deneyimimi baştan aşağı değiştirdi sanabilirdiniz şu an bu çekilmenin ardından yıllar geçmiş olduğunu ve nasıl birisi olduğumu bilmeseydiniz.

                Yarattığım ilk ışıkla yoluma devam ederken içimde doğan huzursuzluğu bastırmak için sürekli bir şeyler istedim; içinden tavşan çıkarabileceğim bir şapka, şapkamdan çıkabilecek bir tavşan.. hepsini. Ancak beceriyi istemeyi unutmuştum; şapkam ve tavşanım tamam olsa da şapkadan tavşan çıkaracak yetiye sahip değildim.

                Kabuğumda sarhoş olduğum, beton olduğum veya kara deliklere sürüklenmenin diğer tonlarını yaşadığım birçok gecem oldu. Ne yaşarsam yaşayayım, bilincimi ne duruma sokarsam sokayım bir türlü elime hiçbir şey geçmiyordu. Bırakın hazır olmayı, arpa boyu yol bile alamıyordum. Ne yaparsam yapayım kaybolmuş bir gezgin gibi geziyordum ancak bana yolu gösterecek ne bir Cheshire kedisi ne de bir Gandalf gibi yaşlı bilge çıktı karşıma. Karanlığı aydınlatan ateşimin yarattığı gölgelerden başka hiçbir şey bulamıyordum aslında.

                Bu noktaya geldiğimde izlediğime her seferinde minnettar olduğum animenin en ünlü alıntısı geldi aklıma “equivalent Exchange” veya “eşdeğer değişim”. Elimdeki ateşe baktığımdaysa bunun için bir bedel ödemediğimi fark ettim, aslında bunu düşündüm; bedel ödemiştim. Yalnızca bu bedelin ne olduğunu anlamamıştım ve sadece bunu anlamadığımı fark etmem için bile aylar geçmesi gerekmişti. Bu noktada verdiğim karar, bilincimi eritip yeniden döverek nesneye dönüştürdüğüm fikriydi, ne kadar doğru ne kadar yanlış, bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey varsa bütün suçu ödediğim bedel aracılığıyla kendime yüklemiş olduğumdu.

                Bu suçluluk hissinin peşinden gittim uzun bir süre, bu hissin peşinden gidişimi herhangi bir yaratım kullanmadan yaptım, yalnızca karşıma çıkanlara razı olacak ve sıkılıp falan hiçbir şey yapmayacaktım. Yalnızca arayacaktım. Size söylüyorum, yürüdüğüm süre boyunca Sahra çölünü aşmış olmak işten bile değildi, neyse ki ne susuyor ne acıkıyordum; zamanla bağımı yitirmiştim.

                Yolculuk sırasında zihnimde konuşmaya başlayan Jim Morrison’ı duyduğumda artık bırakmanın zamanını geldiğini düşündüm. Yaptığım en büyük hatanınsa hala bu olduğuna inanıyorum. Evet sizinle konuşmaya başladığımda Jim Morrison’ın fikirlerinden kaçıyordum yalnızca. Bu fikirlerin nereden geldiğiyle ve neden Jim Morrison olduğuyla bile ilgilenmedim. Yalnızca kafayı yediğimi düşündüm, belki de Fenrir’in beni yutma zamanı gelmişti ve karşı koyamazdım.

                Şimdiyse adımlarım ilerledikçe bu hatanın telafi edilemez olduğuna ikna oldum, bunun kendi suçum olduğunu da biliyorum; kendi korkaklığım mı dersiniz, kendi cehaletim mi dersiniz, hangi karanlığı yansıtırsanız yansıtın, önemli olan bunu yapmış olmam. Bir de bunu telafi edemeyeceğime ikna olmuş olmam. Yine kendi sözümü kırdım ve kabuğumdan hazır olduğuma inanmadan kaçtım. Şimdiyse bir daha asla kıramayacağım sözümü gerçekleştirmeye geldim.

                Bunca basamak çıkmak gerçekten yorucuydu, neyse ki bir daha yorulmama gerek kalmayacak.

Yorumlar