Ege Gölünde Ortalama Bir Dağ

    EGE GÖLÜ         

      Kasketle dönüş yolunda sentezlettiğimiz ama esasında sentetik olmayan maddelerimizi tüketmiş tatlı tatlı uzayda süzülüyorduk, tam anlamıyla. Bu sırada ben yeni oyuncağını deneyen bir çocuk edasıyla kendime bir Küba purosu, Kübalı kadınların kalçasında sarılmadığını kimse iddia edemezdi, ve tabi ki bir de puro çakmağı yapmıştım. Ne kadar düşünceliyim ki puroyu iki tane yapmışım diyerek kendisinin daha geç farkına vardığım ikinci puroyu da kaskete teklif ettim. Purolarımızı yakıp yine anlaşılması zor olan ve yüksek seviyede odak gücü isteyen bir sohbete başladık, nitekim odaklanmak için bütün galaksi ayaklarımızın altındaydı ve ikimiz de iyi yetişmiş bireylerdik, bu yüzden fazla zor olmayacaktı konuşmak.

-          Düşünsene dünyaya döndüğümüzde bir salgın başlamış ve herkes her yer karantina altındaymış, kimse girip çıkamıyormuş bir yerlere, diyerek konuyu açtı kasket.

-          Karantina mı, böyle bir şey insanlığın en son ne zaman başına geldi ki, haliyle neden gelsin?

-          Her şeyin bir ilki vardır, dinozorlar da sonsuza kadar yeryüzünde kalacaklarını düşünüyorlardı muhtemelen ama öyle olmadı.

-          Demek bir karantina, bir virüsten dolayı olsa gerek bu iş.

-          E tabi bakteriden ya da nükleer sızıntıdan dolayı karantina yapacak değiller ya, ciddi olmasa zaten devletlerin ekonomik çıkarları halkın önünde kalır ve karantina gerçekleşmez biliyosun.

-          Yani herkes eve kapandı ve bütün vaktini evde geçiriyor, hayat durmuş ekonomiler düşüşe geçmiş diyorsun, bunu mu hayal etmemi istiyorsun tam olarak.

-          Evet tam olarak bunu hayal etmeni istiyorum, neler olurdu düşünsene.

-          Hmm, bir kere fazla bir şey olmayacağını söyleyebilirim, eğer herkes evindeyse dışardaki hayat durma noktasına gelmişse, fazla bir şey olamaz, en azından global ölçekte.

-          Doğru dedin, ama ya global olmayan yani bireysel ve çekirdek ailesel ölçeğe ne diyorsun?

-          Bu ölçeklerde olacaklar hakkında bir şeyden eminim ki o da regresyonun kaçınılmaz olacağıdır, hahah yola çıkmadan önce tam da bununla ilgili bir şey okuyordum.

-          Yine zaman büyücüsüne dönmüşsün desene seni gidi yaşlı bilge tatlı şey.

-          Tabi ne sandın, ama bu zaman büyücülüğü bana has kalmazdı karantina diye bir şey olsaydı, tıkanıp ilerleyemeyen onca libidoyu düşünsene, kimse dışarı çıkamazsa herkes bu libidosunu kendi içinde çevirmek zorunda kalırdı.

-          Böyle olunca da kişinin kendi libidosu onu geri götürürdü demek. Ne kadar geri mesela, geçen aya mı geçen seneye mi önceki ömrüne mi..

-          Uzadıkça daha geriye gideceğini düşünüyorum, biraz uzay zaman düzlemi bağlamında düşününce..

-          Peki ya bu regresyon dediğin meretin yan etkileri neler olacak?

-          Bir kere insan geriye gitmeye başlayınca nerede olduğunu unutur, geçmişte gezinmeye başlar ve durmaz çünkü çok çekicidir yaptığı, özellikle de alternatifi yoksa. Daha sonra geçmişini irdelemeye başladığında mesela eski bir alışkanlığını geri getirir, böylece zaman büyücüsü olur.

-          Bu alışkanlığı geri getirmenin ne kötü yanı var ki, eski dostları anmak her zaman iyidir, bağlarını güçlendirir, kimin nesi olduğunu aklında tutar insanın, nereden geldiğini unutmamak büyük bir nimet olmaz mıydı?

-          Tabi olabilir, ancak insan belayı da sever, bu yüzden başına bela açmadan duramaz yani sadece anmakla kalmaz geçmişi, onu canlandırmanın bedelini de şimdisiyle öder.

-          Eckhart Tolle  mu oldun başımıza ne demek şimdisiyle öder?

-          Yani insan artık geriye gitmenin tadına vardığında şimdideki gücünü yani anlık olarak mevcut potansiyelini geleceğe yatırmaktan vazgeçer ve daha da geriye gider, gittikçe gider çünkü daha da güvenli olmak ister.

-          Ama zaten kendi evinin konforunda güvenli değil mi insan? Neden daha fazlasını istesin ki, a evet anladım, insan her zaman daha fazlasını ister. Peki ya bu güvenliliği arttırma dürtüsünün ne kötülüğü var ki? Ne kadar güvende olursan o kadar mutlu olmaz mısın?

-          Aynen öyle problem de burada zaten, güvende olmak demek ilerlememek demektir ve mutlu olmak da oturduğun yerden varılacak bir yer değildir, en azından hiçbir şey yapmayıp geçmişe giderek elde edilemeyecek bir şeydir.

-          Peki ya bu şekilde elde edilen ve mutluluk olduğu sanılan şeye ne diyorsun?

-          Bir aldatmaca, bir placebo veya bir şaka diyebilirim. Nitekim şaka da yapamaz olurdu insan bu durumda, kocaman bir şakanın içine düşmüş olacağından.

-          Tamam tamam peki ya hiç mi bir artısı olmayacak bu senaryonun insanlığa?

-          Haklısın çok karamsar konuştum, artısı da olacaktı eminim. Mesela insanlar artık kendilerine ve hobilerine odaklanmaya daha fazla vakit ayırabiliyor olacaktır. Böylece pişmanlıkları üzerine düşünecek ve hatalarını fark edecek daha fazla zamanları olacak. Ama bu pişmanlıkları fark ettiklerinde de yeni insan olarak hayata geri dönemeyecekler, bir hayat yok çünkü artık.

-          Gerçekten havanda değilsin, ya da havandasın ama tersten kalkmışsın gibi, asla bardağı dolu göremiyorsun değil mi? Dolu görecek gibi olduğunda da ansızın atomların arasındaki ve içindeki devasa boşluğu görüyorsun.

-          İnsanı ümitsizliğe sürükleyecek bir senaryo bu gerçekten de, sen de az şeytan değilsin çıkarımı yapabiliriz buradan, ah bekle, yapabileceğimiz bir çıkarım da insanların birbirine daha fazla bağlanacağı olabilir. Neticede herkes karantinanın biteceği ve sosyal hayatını geri kazanacağı zamanı bekliyor olacak. Bu sırada hayaller kurup onlara bağlanabilir, bu hayalleri gerçekleştirebilecek olan insanlara bağlanabilir bir de tabi. Yani bu dünyaya ait köklerini pekiştirebilir.

-          İşte bu, dünyaya ait köklerini pekiştirmek, tabi ya..

-          Hayatının anlamını okuduğu bir kutsal kitapta bulmuş biri gibi konuştun. Kendimi kutsal kitap gibi hissediyorum, kahretsin durman lazım.

-          Oh affedersin, bir anlık boşluğuma gelmiş, yani diyorsun ki insan bir ağaç gibidir ve meyve verip dallarını yeşillendiremiyorsa su çekip gövdesini büyüterek köklerini sağlamlaştırmalı ha?

-          Böyle dediğinde ağaçtan ziyade bir tulumbaymış gibi oldu insan, ama evet, böyle yaparak hayatta kalabilirdi sanırım sadece insanoğlu, ya da geçmişin tuzlu sularında sonsuza kadar süzülmeyi seçerdi.

-          Ah tuzlu su olsa da süzülsek üzerinde, şuradaki ege gölünde yüzmeye ne dersin, hem suyu da tuzlu oranın.

-          Bu ahlaksız teklifi görüyor ve arttırıyorum, şnorkellerimiz altı dakika içinde hazır olacak.

Gezegene indiğimizde gölün tabi ki yakınına park etmiştik aracı. Ağaçların arasında sürekli gölgede kalabilecek bir yer olması için özen göstererek park etmişti arabayı kasket. Daha sonra planladığımız gibi, nihayet bir şey planladığımız gibi aksilik çıkmadan gerçekleşmişti, biraz tuzlu sularda süzüldük, nitekim fazla iyi bir yüzücü olmadığım için süzülmenin keyfine varmayı hep tercih ederdim, bulutların üzerindeymişsiniz gibidir benim için suya sırtüstü yatmak ve sürüklenmek.

Biraz yüzdükten sonra tam yorulmuş çıkıyorduk ki yalnız olmadığımızı fark ettik. Bu ne kadar da doğaldı zaten, gezegende su vardı hem de tuzlu su ve biz yalnız olacağımızı sanmıştık. Sanmaktan ziyade aslında bunun üzerine pek düşünmemiştik. Çalıların ardından gelen ve insana birtakım ülkücüler uluyor sanırım dedirten seslere doğru yönelince birkaç aslan yeleli iki ayaklı ve güneş gözlüklü kurdun bize doğru yürüdüğünü fark ettik. Paniğe kapılmak üzereyken bize değil suya doğru yürüdüklerini fark edip el salladım. Kasket hiç oralı değildi, o kamp sandalyesine ve havlusuna doğru sakin sakin ilerliyordu. Bizi gören çocuklar biraz irkilir gibi oldular ama daha sonra onlar da neticede bu doğa harikası ege gölünü kimseden saklayamayacakları ve saklamamaları gerektiğini fark edip durumu normalleştirdiler kendi içlerinde. Onlar da el sallayıp suya girdiler. Bilmediğimiz bir şeyse, bu çocukların gereğinden fazla muhafazakar olan kralın çocuğu ve yeğenleri olduğuydu. Bu durumdan habersiz ve uzayda mutlu bir gün geçiriyor olmanın verdiği rahatlıkla jomu yakmış oturuyordum. Çocukları ve ege gölünü izliyordum tam da omzumda bir pençe hissettiğimde. Kafamı çevirip bakmama kalmadan bir sopa darbesinin geliş sesini duydum, bir sopa darbesinin geliş sesini duymak duyabileceğiniz en talihsiz seslerden birisidir, sopa daha kafanıza çarpmadan acının potansiyeli hakkında bir fikir edinip o potansiyeli acıya dönüştürürsünüz, tabi potansiyeli izlemek yerine onu dönüştürmeyi seven insanlardansanız. Sonrasında yıldızları sayıyordum, izliyordum, izlerken ansızın aklıma en son izlediğim ege gölü geldi ve bu da kendime gelirken geçtiğim kapı oldu. Gözümü açtığımda bir dağın içine işlenmiş bir saraydaydım. Dağın içinde olduğunu nasıl bildiğimi pek hatırlamıyorum ama bir rüya gibi, anlarsınız ya, sadece biliyordum. Sarayın ne kadar geniş ve heybetli olduğunu düşününce yunanlar buraya gelselerdi kesin buraya da bir mitoloji yazarlardı, öyle geniş bir dağ olmalı bu, diye düşündüm.

Ben kendi başıma beyhude düşüncelerimle vakit geçirirken kasket hala uyanamamış ama benim uyandığımı gören ve krala benzeyen kişi suratımıza su çarpılmasını emretmişti bile. Çarpan suyla birlikte artık bomboştum, sadece oraya aittim ve bir an önce bu işi halledip gitmek istiyordum, evet efendim ne gerekiyorsa yapmaya hazırız, ben ve hala kendine gelmemiş olan arkadaşım, yalnızca kimsenin zarar görmesini istemiyor ve ilk fırsatta evime dönmek istiyorum.

Kral kendini tanıtması gerektiğini düşünmüştü ki “ben Ralph, bu diyarın kralıyım, bu diyarda haberim olmadan kuş uçmaz, ama gelin görün ki siz uçmuş hatta iniş yapmış ve yetmezmiş gibi üstüne milli sembolümüz olan ege gölünde yüzmüşsünüz. Şimdi bana açıklamanızı istediğim bir konu var, acaba ege gölümüzde kimseye danışmadan yüzebileceğiniz fikrinin sorumlusu kim, ya da, bu kişi hangi sorumsuz?” diyerek gayet şık bir giriş yapmıştı. Benim de şıklığımı üstüme almam gerektiğini düşündüm, nitekim omuzlarım şıklığım olmadan biraz üşüyor gibiydi. Saçlarımı arkaya doğru atıp parmaklarımı kütletirken kupkuru olan, halbuki yüzüme daha yeni bir kova su çarpılmıştı, dudaklarımı ıslatıp şıklığımı yerine getirmiştim. Şıklığımı üstüme aldığıma göre nihayet cevap verip işleri çözmeye başlayabilirdim. “Baya ulu kral Ralph, biz kimseyi gücendirmek ya da kimsenin sembollerinden faydalanmak istememiştik, yol açtığımız herhangi bir aksaklık varsa düzeltmek için elimizden geleni yapacağımızın teminatını verebilirim, ayrıca kabul etmek gerek ki gerçekten güzel bir gölünüz var, uzaydan geçerken gözümüz takıldı ve dayanamayıp yorgunluğumuzu evde atmadan önce biraz burada rahatlayabiliriz diye düşündük.” Dediğimde biraz yüzmenin beni ne kadar da rahatlattığını fark edip biraz keyiflendim, bu sırada kral da istediği şeyleri duymuş gibiydi, düşünüyordu ama pek de birilerini harcamadan önce yapılan bir düşünme sürecine benzemiyordu, daha çok çıkarlarını en temiz şekilde halletmeye çalışan bir düşünceyi doğurmaya çalışıyor gibiydi zihni.  Bir süre düşündükten sonra nihayet konuştu:

-          Asla karşılığını ödeyemeyeceğiniz bir hasara yol açtığınızın farkındasınız sanırım.

-          Eğer gölü kirletmekten bahsediyorsanız, tabi ki gölü temizleyemeyiz, ancak göl enginliğinde olan zihninizi bulandıran bir şeyler varsa bunu temizlemekten onur duyarım muhterem kral.

-          Bilge birine benziyorsun, hangi rüzgar attı sizi buraya?

-          Küçük bir ticaret işimizi halletmiş evimiz olan gezegene dönüyorduk kralım, daha sonra dediğim gibi yorgunluğumuz ağır basınca ve tam o sırada sizin şahane gölünüzü görünce biraz yüzmenin hiç de fena bir fikir olmadığını fark ettik.

-          Ege gölünde yüzmek her zaman çok iyi bir fikirdir. Peki öyleyse bana bir konuda yardımcı olmanızı istiyorum.

-          Nasıl isterseniz kralım.

-          Bir rüya gördüm, yakın zamanda. Hala anlamlandırabilen kimse çıkmadı, bütün kahinlerim, falcılarım ve din adamlarım başarısız oldu.

-          Elimden geleni yaparım ancak bir rüyanın anlamı için kimse garanti veremez, bilirsiniz.

-          Biliyorum elbette, mevzu şöyle; rüyamda yedi tane oğlum vardı, birisi hariç hepsi benimle birlik halindelerdi, her yere yedi kişi gidiyor canavarlarla savaşıp dönüyorduk, ama ülkemin bu sırada gittikçe fakirleştiğini gördüm, diğer oğlumsa ‘bensiz başaramayacağınızın farkında değil misiniz’ diyor ve sürekli pazarlık için masaya oturmamızı teklif ediyordu, ancak ben hiçbir şey yapmadım bu durumla ilgili, düzeleceğini umarak ve düzelmedi, daha sonra ülkemde insanların açlıktan birbirlerini yediklerini duyduğumda yedinci oğlum için endişelendim ve bir dağa, mağaraya gittiğini öğrendim. Mağarada örümceklerle dostluk kurmuş onlarla yaşıyormuş. Şimdi söyle bakalım bu rüyanın anlamı nedir?

-          Öncelikle kralım, oğullarınızdan birinin size katılmaması 7 kişi olmanıza yol açmış, ve 7 yücelikten bir alttadır. Yüceliğe erişmek için 8e tamamlanmak gerekir ancak yediyken de işlerinizi halledebilmeniz gayet olası, nitekim hallediyormuşsunuz da. Sekizinciye yani yedinci oğlunuza gelirsek, sizin kendi içinizdeki can düşmanınıza ejderhaya, burada ejderha yerine pratik zeka diyemediğim için dudaklarımı ısırıyordum, dönüşmüş o. Sizinse onunla pazarlığa oturup onu yenmeniz ve kendinize katmanız gerekiyordu ancak bunu yapmadığınız için sorumlusu olduğunuz herkes acı çekmeye başlamış ve sekizinciniz de kendini örümceklerle bir mağaraya kapatmış, yani evine dönmüş. Sayın kral, bu soruyu bir krala sormak çok anlamsız olacaktır ancak sormak zorundayım, bir korkunuz var mı, nedir?

-          Yegane korkum yüksekliktir. Yüksekten başka hiçbir şeyden korkmam, bu yüzden gökdelenler yerine sahip çıktığımız göllerimiz var, derinlik sorun değil ancak yükseklik korkumdur.

-          Anladım, peki ya saray halkınız bu korkuyu taşıyor mu? Onlar da yüksekten korkuyor mu?

-          Tabii ki, krallarının korktuğu bir şeyden korkmamayı düşünebilecek birisi sarayda kalamazdı.

-          Sanırım sarayda tam da bu sebepten kalamamış birisi var, geçmişte, kim olduğunu öğrenebilir miyim?

-          Böyle birisi var evet, yüksekten korkmadığını iddia eden ve sürekli ayağını yerden kesmeye çalışan bir torunum vardı, ancak erişkin olduğunda oturduk konuştuk, o da kendi çizgisini terk etmeyince bu sarayı terk etmesi gerektiğini anladı ve gitti.

-          Tanrılar size onu bulmanızı söylüyor kral. Onu bulup ondan öğrenmelisiniz. Yoksa halkınızı ve ülkenizi büyük acılar bekliyor.

-          Kahinlerimden birisi bunun islamda bir hikayeye benzediğini söylemişti, bir fikrin var mı bu konuda?

-          A evet, hikaye birazcık farklı ama firavun denen birinin hikayesi, onun hikayesinde oğlu firavunun zulmüne son getiriyor, bu yüzden firavun da onu öldürmek istiyor. Burada durum biraz daha farklı çocuk, size yapılan zulme son vermeye geliyor, çok daha gerçekçi, çünkü gerçek bu, bir hikaye değil.

-          Haklısın, öyleyse en iyi adamlarımı torunumu bulmaları için gönderiyorum şimdi.

-          Hayır kralım, bunu siz yapmalısınız, İskandinav tanrısı Odin gibi bilgeliği elde etmek için bizzat yüzleşmeli ve kaybetmeniz gerekeni de kaybetmelisiniz. Bu işi başkalarına yaptıramazsınız.

-          Öyleyse sen benimle geliyorsun, şayet ne yaptığını bilen birine benziyorsun.

-          Estağfurullah kralım olur mu öyle şey, ben sadece öğrendiklerimi aktarıyor, bilgi birikimimi kullanıyorum. Sizinle gelmek isterdim fakat arkadaşım için endişeleniyorum, nitekim hala kendisine bile gelemedi. Biraz tembel bir yapısı olduğunun ispatı niteliğinde, bu yüzden bizimle gelmesi de akıllıca olmazdı.

-          Onu burada bırakırız, hatta yokluğumda vekil krallık yapabilir, senin gibi bilge birinin arkadaşı eminim bu işin altından kalkabilir.

-          Siz öyle diyorsanız, daha fazla gecikmeden yola koyulalım.

-          Yarım saat sonra benimle sarayın kapısında buluş, hazırlıklarımı tamamlayacağım ben de.

-          Anlaştık.

Böylece yeni bir maceraya başlamak üzereydim, her ne kadar yine macera beni bulmuş olsa da ve her ne kadar uzun dilimden ötürü bu maceraya atılmış olsam da, işte gidiyorduk, bir kez daha.

DARK SIDE OF THE EGE GÖLÜ

                Tamamlayacak herhangi bir hazırlığım olmadığı için bu yarım saati etrafa bakınarak ve kasketin uyanmasını bekleyerek geçiriyordum, bir ayıyı kış uykusundan uyandırmanın kasketi uyandırmaktan daha kolay olacağını düşünerek. Hakkını vermeliyim ki kral sarayını çok güzel dizayn ettirmişti, iç mimarlarını sormak güzel bir fikir olabilir, bu kadar yüksek bütçem olmasa da evimin iç dizaynına önem veririm. Ev neticede, insanın kendi evi gibisi olmayacağına ve yine insanın sığınacağı yegane yer olduğuna göre, kişileri hesaba katmıyorum, iç dizaynı için birini tutmak da fena bir fikir olmaz.

                Ben bunlarla vaktimi geçirirken kasket uyandı nihayet, esnemesi neredeyse çizgi filmlerde şaşırınca şapkası yükselen insanlar gibi yükseltti kendisini. Uyanır uyanmaz da etrafta kahve var mı diye sordu bulduğu ilk kişiye. Hayır cevabı onu biraz üzmüşe benziyordu. Canı sıkkın bir halde bana doğru ağır adımlarla yürüdü, adımlarının ağırlığı uykusunun ağırlığını açıklar nitelikteydi, bir sigara istedi, uyandıktan sonra hemen sigara içmesinin sağlığına ne kadar zararlı olduğunu söylediysem de aldırmadı, benim bedenim benim sigaram diyerek aslında benim olan sigarayı aldı ve yaktı. Neymiş olan ne yapıyoruz şimdi, diye meraklıdan ziyade sıkkın bir tavırla sordu. Ben de olan biteni anlattım ve kendisini de vekil kral olarak bırakacağımızı söyledim, bunu duyunca gözleri parladı ve ufka, maalesef iç mekanda olduğumuz için sadece sağ ileriye doğru, bakarak ilk işim bir filtre kahve makinesi ayarlamak olacak, dedi ve yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu, kral havasına hemen bürünmüştü. Ben de kendimi savunmak için bir şeyleri olup olmadığını sordum, lazer tabancası, ışın kılıcı en olmadı çakı bile işimi görürdü. Naboo’da bulduğu ışın kılıcını cebinden çıkararak bana uzattı ve ona çok iyi davran, bir servet eder kendisi diye de eklemekten geri kalmadı. Ben de gerek kalmadıkça kullanmayacağım bile rahatla dedim ve kılıcı alıp iç cebime koydum.

                Nihayet yeterince vakit geçirmiştik ve kral teşrif etmişti. Yola çıkmadan bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorduğunda kasketin çok iyi bir kral olacağını anlamıştım ve gerekecek her şeye sahip olduğumu söyledim, böylece yola çıktık.

                 Kral iyi birini andırıyordu bana, fazla tehdit yayan veya muziplik peşinde görünmüyordu, bir chesire kedisinin tam aksi gibiydi, her şeyi olduğu gibi, direk bir şekilde yaşayan ve pek bir şey gizlemeyen birisine benziyordu. Yine de adam nihayetinde kurt olduğu için tetikte olmanın iyi olacağına ikna etmiştim kendimi. Nitekim bu kadar direkt birisine aykırı gitmeye kalkarsam beni direkt bir şekilde imha etmesi çok olasıydı. Kendisi acaba hakkımda bilge olduğum dışında ne düşünüyor diye merak etmeye başlamıştım, şayet bir kriz sahnesi yaşanacak olursa, ki yolculuğun teması bile ne kadar fazla krize gebe olduğumuzun habercisiydi, anında hakkımdaki kötü fikirleriyle yine imha edilmekten çekiniyordum. İmha edileceksem de en azından yeni oyuncağımla sıcak evimde biraz eğlenmek istiyordum. Dayanamayıp kralı açmak için konuşmaya başladım:

-          Kralım çok kasketl.. ehm yani kasvetli görünüyorsunuz? Açmak istediğiniz bir mesele varsa hizmetinizde bulunmaktan onur duyarım.

-          Delikanlı, bu kralım haşmetlim höşmerim ayaklarını bırak, yalnızca ikimiz, sade bir maceraya çıktık, don kişot değil burası ki birisi usta diğeri yancı olsun da emirlerine amade olsun, burada birbirimize ihtiyacımız var ve olacak. Bana kısaca Boy diyebilirsin, ahbaplarım bana böyle hitap eder. Rahmetli babam da boy diye severdi beni, esasen adım Bououyor Doavueri’dir.

-          Haklısınız kra.. haklısın Boy. Peki nedir seni bu kasvete daldıran mesele?

-          Kayıp torunumun peşinden gidiyor olmak uzun zamandır hissetmediğim bir canlılığı tattırdı bana.

-          Ama bu hiç canlılık değil, tam aksine ölüm kokan bir kasvet bu.

-          Haklısın, çünkü canlılık ruhuma yaklaştığında oradaki ölmüşlüğü ve çürümüşlüğü aydınlattı önce. Şimdiyse onları dışarı akıtmaya çalıştığım için ölüm kokusu yayıyorum.

-          Umarım ölüm kokusu önce küle sonra da tüyleri canlı kızıl olan Anka kuşuna dönüşmekten geri kalmaz. Akşam oldu neredeyse, şuradaki çiftçi kulübesine gidip sığınma isteyelim. Geceyi orada geçirince yarın kaldığımız yerden devam ederiz.

-          Olur, yalnız küçük bir pürüz var, buralarda misafirperverlik karşılık ister, çiftçiyi memnun etmek için bir şeyler yapmamız gerek.

-          Bunu çiftçiye soramaz mıyız? Neye ihtiyacı olduğunu öğrenip ne yapabileceğimize bakarız.

-          Olmaz, çünkü aynı zamanda bu topraklarda kimse kolay kolay yardım da istemez, özellikle kendi işi olarak gördüğü bir şeyler için.

-          Hmm.. öyleyse tarlasındaki yabani otları biçebiliriz onun için, basit bir iş olsa da tam bir angarya olduğu için bu yükten kurtulmaya hayır diyemez.

-          Peki bunu halletmemizi sağlayacak ekipmanımız var mı? Benim kılıcım var fakat koca tarlayı bununla temizlemek çok yorucu olur, yarına gücümüz kalmaz.

-          Arkadaşım kasketin bana verdiği ışın kılıcını kullanabiliriz, hem çok hafif hem de çok kesici bir kılıçtır, şansa bakın ki bir servet değerinde olan ve bir değil birkaç jenerasyonu kendinden geçirmiş olan ışın kılıcı bugün burada tarladaki yabani otları temizlemek için kullanılacaktı, nihayetinde Jedilar da yabanileri temizlemek için kullanmıyor muydu bunu.

-          Öyleyse güzel, bu işi halledebiliriz, hadi gidip konuşalım.

Çiftçiyle konuşmamız tam da planladığımız gibi gitmişti, yabani otları kesme işinin de büyük kısmını Boy halletmişti, kılıcı ağzına alıp yüksekliğini sabit tutup koşarak çok kısa bir sürede temizlemişti tüm tarlayı, çiftçiyse minnettar kalmıştı. Bize şarap ve akşam yemeği sundu, biraz yemek sohbetinden sonra Boy’un kral olduğunu öğrenmeden yatmaya gitti. Biz de kimliği gizli kaldığı için memnunduk. Zorunluluk olmasa da insan bu tip maceralarda aslen kimin nesi olduğunu gizli tutmak istiyor, muhtemelen geçmişimizin ve dünyevi şahsımızın yolculuğumuz sırasında bize ağırlık yapmaması ve daha özgür ve açık bir şekilde ilerleyebilmemiz için bu dürtü gelişiyor. Bunları düşünürken gece uyuyakalmışım, önceki maceranın yükünü üstümden daha yeni attığımı sabah biraz fazla uyuduğumu görünce fark ettim. Boy benden önce kalkmış ve hazırlanmıştı bile. Dinamik kalabilmek için fazlaya kaçmadan yaptığımız kahvaltının ardından çiftçiye teşekkür edip iyi hasatlar dileyerek ayrıldık oradan.

Nereye gideceğimizi tartışmaya fırsatımız olmamıştı fakat kral nereye gitmemiz gerektiğini içten içe biliyor gibiydi. Ona bunu sorduğumda gözünü dik dik baktığı dağdan ayırmadan ‘oraya gidiyoruz’ dedi. Nedenini soramayacak kadar ikna ediciydi verdiği cevap ve tavrı, ama tabi ki sordum. Sorduğumdaysa gördüğümüz dağın, kendi adıyla anarsak, Pueblo dağının bu gezegenin ikinci yüzü olduğunu öğrendim. Bu dağda kendine krallıkta bir yer edinememiş asiler, filozoflar ve sanatçılar bulunurmuş. Bir nevi gezegenin Hollywood’una gidiyorduk. Herkesin yükselmek için birbirinin içinden geçip üstüne bastığı ve şehvetin zevkin kültürdeki mihenk taşı haline geldiği koskocaman bir dağa gidiyordum bu kez de.

MOJITO VE TRUMP

                Şimdi yolculuğumuza devam ediyor, sabırsızlıkla bizi ne derece eşsiz olayların beklediğini düşlüyorduk. Karnımız tok, sırtımız pekti ama adımlarımız o kadar da pek değildi, nitekim insan neyle karşılaşacağını bilmediğinde adımları da pekliğini yitirip kaybolmaya doğru ilerler yavaş yavaş. En azından nerede kaybolacağımız belliydi bu kez, Pueblo dağının eteklerinde, içinde ve yamaçlarında kaybolmaya gidiyorduk. Her ne kadar kaybolsak da bir dağın enginliği insanı kaybolmuş hissinden alıp sağlamlık ve hakim hissine iletir ve bunu da taşın sesi iletimindeki gibi hızlı ve güçlü bir şekilde yapar.

                Nihayet dağa uzaktan bakmayı kesmiştik ve artık dağın bir parçası haline gelmiş gibiydik, dağın eteklerine ulaşmıştık. Kendimize yukarı doğru çıkmak için bir patika ararken yine varoşlara gelmiştik. Kendi kendime yine hiyerarşiye en alt basamaktan mı giriş yaptık, ulu Odin bir kere de kestirme ver, bir kere de yolumuzu rampasız yap da işimizi hemen halledip çıkalım, şu hayat da her seferinde yokuş olmak zorunda kalmamış olsun diye söylenirken kralın ağzından çıkanlar, kendisi için, tanıdık topraklarda olduğumuzun farkında vardırdı beni. “Bu gördüklerine Nihilur halkı adını verdik, yıllar önce. Bu ismi vermemizin sebebiyse iş güç sorumluluk edinme gerekliliklerinden hep kaçınmaya çalışmalarıydı. ‘Güzel abim nolur uğraştırma beni, ekmeğim suyum yolunda, karnım tok sırtım pek’ diyerek atamaya çalıştığımız bütün vazifelerden geri çekildiler. Biz de onları bu dağın eteğine sürgüne göndermek şartıyla rahat bıraktık, tabi havada kaptı teklifi Nihilurlar da”. Açıklamasını bitirdiğinde neyle karşılaşmak üzere olduğumuzu fark etmiş kahkaha atmamak için, şöyle bir bakınca yükseklik korkusu olan kralın sürdüğü halk da toplumsal yapının yükseklerinden korkup yüceliği her zaman göz ardı etmişlerdi, kendimi tutuyordum.  En azından kral korkusunu bu dünyada bir şeye dönüştürmüş, bu sanırım iyi bir şey, oh yoksa değil mi çünkü korkunun arkasındaki anlamı daha fazla gizlemesi demek olurdu bu. Neyse artık bu sorunun cevabını sanırım dağın tepesine çıktığımızda alacağım ben de.

                Kralla dağın eteklerindeki bu büyümeyi hiçbir zaman seçmemiş olan kasabanın sokaklarında ilerliyorduk. Bir yandan da kral deşifre olmamak için orta çağda sokaklarda gezen rahip grubu gibi örtünmüştü, sadece yürüdüğü yolu görüyordu. Bense her zamanki ‘ooh yeni bir yer’ heyecanımla etrafı, papazın şehre yeni gelmiş yeğeni gibi, dikizliyordum. Gerçekten güzel küçük bir kasaba yapmışlar kendilerine, diye düşündüm ve bu düşünceyle eş zamanlı olarak binaların beklediğimden daha fazla yükseklik sahibi olduğunu fark ettim. Demek ki bu grup da tam aksine korkusunun tamamını hiyerarşiye yansıtmış ve başka bir yükseklik korkusu edinmemişlerdi. Neticede kaybedebilecekleri en iyi yüksekliği kaybetmişlerdi bile. Acaba toplumsal yapı nasıl yürüyor, sorusu aklıma gelince krala sordum bunu. Ama halk zaten sürgün olduğu için kralın da pek fikri yoktu şayet bir kral sürdüğü, hayır koyun gütmekten bahsetmiyorum, insanların ne yaptığını öğrenerek vakit geçirmezdi, bir kral tuttuğu birkaç adamın bu güncellemeyi edinmesini sağlayıp gerektiğinde o adamlara başvururdu. Bunu öğrenmeyi fazla istiyordum sanırım çünkü krala pazara girip biraz yolluk alışverişi yapabileceğimizi açıklıyordum. Naif delikanlımızın ikna olması uzun sürmedi tabi, biz de pazara girdik.

                Gezerken görerek öğrendim ki, evet okuyan değil gezen bilir, bütün halk koskoca bir hippi kabilesi gibiydiler, ama epey büyüklerdi bunun için. Herhangi bir gelişmişlik emaresi göremiyordunuz tabi herkesin bekleyeceği gibi, onun yerine matematikte biraz ileri, takas hesaplarını bir makine gibi yapabilecek kadar, gitmişlerdi. Geri kalan her şey sex drugs and mandalaydı. Pek de eğlenceli olmayacaklarını düşünürken tam da kralın susayacağı tutmuştu. Buralarda en iyi mojiyo’yu kimin yaptığını bilen birisi ne kadar işimize yarardı ama, oh mojito mu, tabi mojitoya sen de bayılmaz mısın, aa tabi ben de mojito içmeden güne başlayamayanlardanım, diye giden konuşmamızı kral, hadi öyleyse gidip kendimize birer mojito kapalım, Trump’ın yerine! Diyerek bitirmişti. Kendimi nasıl olmuş da böyle bir mojito reklamının içinde, sevmememe rağmen, bulmuştum. Krala bunu sorduğumda buranın işletmecisinin gerçek bir das kapital olduğunu söyledi ve ben de bunu kendi kendime, demek ki hiyerarşi kullanmayan hippi topluluğu da olsa ticaretin zehirlerinden kaçamıyor ve manipülasyona son raddede maruz kalabiliyor, deyip kadının ismini Trump olarak kazımıştım aklıma. Çünkü harika bir eşleşmeydi. Tabi kadınla ne konuştuğumuzu duyduğunuzda hak vereceksiniz bana.

                Mekana girmiş biralarımızı söylemek üzereydik, yo hayır daha mekana yeni girmiştik. Sevgi yaymak için tutulmuş olan kızları iterek ilerlememiz gerekiyordu çünkü. Bu biraz vakit aldıktan sonra nihayet biralarımızı söylemek üzereydik ki, Trump kralı görür görmez tanıdı, beklentim onu hain diye suçlayarak buradan atmasıydı ancak öyle olmadı. Trump, kralı çok iyi karşıladı ve hizmetlerini sonuna kadar açtı, bu sırada da kraldan küçük bir ricada bulunmayı unutmadı; en uygun zamanda araya girerek kraldan bira bardağını yere koyup kaldırmasını istedi ve bu sırada çektiği fotoğraflarını daha sonra yayınlayıp kralı aşağılamanın reklamını, bunu kral yerlere kapandı diyerek, yapacaktı. Daha sonra işleri biraz daha artacaktı çünkü böyle bir toplumu ortak paydada buluşturan çok az şey vardır. Ortak düşman da bunlardan biridir, ortalıkta hiç gezmeyen ve haliyle hiçbir aksiyon gerektirmeyen bir ortak düşman. Trump da işte o düşmanı yaratıyordu ve bu iş artık Pavlov’un köpeklerini bile aşmıştı. Kadında bu süreçler artık bir refleks halini almış ve bizi bile saat gibi manipüle ediyordu, tıkır tıkır.  

                Kadına buralarda gerçekten bir şeyler yapıyor olmasının halk tarafından nasıl karşılandığını sorduğumda bu konuya hiç girmek istemez gibi, gördüğün gibi işlerim yolunda, demesi beni biraz dumura uğratmıştı. Nitekim ben burada sadece bir turisttim, gittiğim yerde düzeni yıkıp devrim yapacak değildim, belki de yapardım tabi yapmadığım şey değil. Biraz tehditkar olmanın faydalı olacağını düşündüm. Şayet bu kapitaller hep bunu ister.

-          İşlerini sormamıştım, gerçekten yaptığın şeyleri yani manipülasyon veya reklamcılık olmayan şeylerden bahsediyordum. Mesela burayı açışın, müşterilere bir şeyler satmak ve bu kocaman mekanın sorumluluğunu üstlenmek gibi.

-          Burada kimsenin sorumluluk üstlenmeyeceğini sen bile hızlıca öğrenmişsindir muhtemelen. Yaptığımız küçük bir anlaşmayla bu sorumluluğu almayı kabul etmiştim.

-          Bu sorumluluktan önce ne yapıyordun ki?

-          Tabi ki hiçbir şey, herkes gibi.

-          Anlaşmanın şartları nelerdi peki.

-          Bana bedava işçi sağlamaları ve kazancımı denetleme zahmetine girmemeleriydi, böylece benim de kazancımı hesaplama zahmetine girmeme gerek kalmayacaktı.

-          Bedava işçi mi, köleler gibi yani.

-          Bedava işçi demeyi tercih ediyoruz, halkın tembellik tanrılarına verdiği kurbanlar gibi bir şey bu.

Tam da bu sırada yanımızdaki taburede oturan adam söze dahil oldu,

-          Çok üşenerek söylüyorum o yüzden iyi dinleyin, eğer tanrılara gereken zamanda kurban vermezsek üzerimize göklerden tohumlar yağar.

-          Ne tohumu?

-          Nereden bilelim ne tohumu hiç ekmedik ki, daha sonra da bu tohumları yemeye gelen kuşlar her yeri pisletir ve bütün iş bize kalır, günlük hayatta her an her yerimizde gezen kuşlar da cabası.

Gerçekten mistik bir olaya benziyordu bu, uzayda olduğumuz için şaşırmamam gerektiğini düşünsem de tanrıların çalışkan olması fikri beni daha derinlere gitmeye zorlamıştı.

-          Peki bu olay daha önce yaşandı mı, yakın zamanda.

-          Elbette, kolpacıya mı benziyorum ordan, bir kez yaşanmıştı. Ben henüz 11 yaşımdayken tembel tembel sokakta bulduğum çok rahat bir taşın üzerinde oturuyordum, bir an için taşın rahatlığıyla hayaller kurmaya dalmıştım ve işte o anda ‘bam’ her yer tohumdu, yaptığım hatanın farkında varmama fırsat kalmadan her yer tohumları yemeye gelen kuşlarla dolmuştu.

Öğrenmem gerekeni öğrendiğime göre benim burada işim bitmişti. Krala dışarda bekliyor olacağımı söyledim ve çıktım.  

Düşünüyordum, buralarda kimsenin herhangi bir iş yapmaya kalkışmaması ve birileri gerçekten iş yapmaya başladığındaysa olanlar.. yalnız bir pürüz vardı, o da Trump’ın işlerinin tanrıyı asla kızdırmamasıydı. Bit yeniği bu sefer fazla ortada olduğu için biraz daha şüpheci bir tavır benimsememin iyi olacağını düşündüm. Bu sırada da kral geldi ve tekrar yoldaydık. Nereye gitmemiz gerektiğini bilip bilmediğini sorduğumda kralın yanıtı kendi ağzımdan çıkmış gibiydi, yukarı gitmemiz gerekiyor, bulduğumuz patikaları takip ederek ilerleyelim.

Gelin görün ki bulduğumuz patikalar yukarı değil aşağıya gidiyordu, ‘ya rabbim daha ne kadar aşağı inebiliriz ki bu köyden sonra’ düşüncesi beni ele geçirmişti çoktan. Kral da en az benim kadar şaşırmıştı, bütün işlerinin harika düzgünlükte gittiği bu hayatında üst üste bu kadar absürtlüğün içine girmiş olmak onu yoruyor gibiydi, kaostan overdose olmak üzere gibiydi, belki de ruhunun karanlıkların tadına bakma vakti gelmişti. Bir parça karanlığa bürünüp daha sonra kendi ışığını genişletme sırası şimdi de kraldaydı.  

            ÖRÜMCEK AĞLARI VE STAND-UP

                Biz ilerledikçe ışık da bizden uzaklaşıyor gibiydi; karanlık, küflü ve kokuşmuş bir mağaranın içinde olduğumuzu sanıyordum. Tabi kokuşmuş, küflü ve karanlık bir yerde olduğuma emindim, yalnızca bunun bir mağara olduğunu sanıyordum. Ortamın gerginliğini almak için kralı lafa tutmaya karar verip söze girdim:

-          Türünüzün tam olarak ne olduğunu sorabilirim miyim boy?

-          Eğer ırkçı bir tavırla sormuyorsan bunu, tabi.

-          Irkçı mı, beyefendi lütfen neredeyiz biz, ne ırkçılığı.

-          Türümüz, kabaca anlatmak gerekirse, aslan yelesine sahip bir tür kurt.

-          Bu yeleyle mi doğuyorsunuz peki, yoksa traş etmeyerek mi bu yeleye sahip kalıyorsunuz?

-          Hayır, yeleyle doğmuyoruz çünkü aslan değiliz, dediğin gibi zamanla kendi kendine gelişiyor, olgunlaştıkça büyüyor.

-          Peki bu bir olgunluk göstergesi mi o zaman.

-          Tabi, yelesi daha büyük olanın daha fazla deneyim sahibi olduğunu herkes kabul ediyor, kanun gibi bir şey, ırkımızın kanunu bu.

-          Hiç kimse yelesini tıraş etmek istemedi mi?

-          Neden etsinler ki?

-          Ne bileyim, mesela, yüz hatlarının ortada olması için veya konuştuğunun daha belli olması için, bilirsin suratına alttan bir kapatma yapmak yerine doğrudan yüzleşmek gibi.

-          Bunu daha önce hiç düşünmemiştim, biraz daha bahsetmek ister misin?

-          Tabi, şöyle düşün, yelenizin sizi bir parça gerçekten gizlediği ve gerçekçi olmama opsiyonuna sahip bir imaj kattığını ve bu imajın zamanla karakteri ele geçirdiğini. Bunun yan etkileri kaçınılmaz olurdu.

-          Ne gibi yan etkiler?

-          Nasıl söylesem, mesela, olmadığın bir şey gibi hissetmek ve ona kapılmak, aynı zamanda kapılmakta olduğun şey olmadığın için geriye çekilerek gerçeklikten bağının kopması tadında.

-          Sanırım anladım ne demek istediğini, kendi kabuğuna çekilmekten kaçamamaktan bahsediyorsun sanırım, biz kurtlar hep sürü halinde yaşadığımız için aslında kimse kendi kabuğuna çekilmez. Belki de bu yüzden yele uzatmak gibi bir alışkanlığımız var.

Konuşmanın bittiğini fark ettiğimde tam iç cebime uzanıyordum, bir sigara yakıp nereye gittiğimizi anlamak için. Ama buna gerek kalmadı, bu sırada nereye çıkacağımız kafamda örülmüştü, gerçekten ansızın kafamın bir örümcek ağına takıldığını fark ettim. Kral benden de kötü bir durumda kollarını ve yelesini kurtarmaya çalışıyordu kapıldığı ağlardan. Mücadelemiz fazla uzun sürmeden bitmişti ama şimdi çok daha büyük bir gariplikle karşı karşıyaydık. Şimdi karşımızda sadece gövdesi benden 7 kat büyük olan ve 8 bacağının her biri de iki tane ben kadar büyük olan bir örümcek vardı, toplamda 15 katım ebatlarında bir abla.  

Abla dememin tabi ki bir sebebi vardı, kendisi çünkü pembe ve tülleri falan bile olan bir canlıydı. Sekiz koluyla sekiz işi aynı anda halletmeyi seven bir taşra kızına benziyordu. Ama biraz yaşlı görünüyordu, ya da fazla büyük olduğu için bana öyle geliyordu. Ansızın söze girdi:

-          Buraya neden geldiniz, hiç misafirim olmaz benim, akşam yemeklerim dışında. Öte yandan siz de hiç akşam yemeğine benzemiyorsunuz. Belki kıllı olanı şöminemde eritip yiyebilirim de.

-          Dağın tepesine çıkmaya çalışırken kendimi burada bulduk, diye açıklama yaptım.

-          Buralarda ne zaman yukarı ne zaman aşağı çıkacağınız belli olmuyor, bilirsin, diye kral kendini gösterdi. Şahsıma ait fikri sorarsanız olabilecek en verimsiz tutumu benimsemiş gibiydi, nitekim örümcek de benimle hemfikir görünüyordu.

-          Yukarı çıkmaya çalışırken aşağı inmek mi? Sanırım ikinizi de akşam yemeği yaparak dünyaya bir iyilik edebilirim, dediğinde kral da ben de ağların üzerimize yağacağını fark ettik.

-          İsminizi öğrenebilir miyim? Diyerek dikkatini dağıtmak istemiş ve başarılı olmuştum.

-          Ankebut2. Sizin isimleriniz nedir?

-          Ben Ahtem, yanımdaki da bu diyarların kralı Bououyor Doavueri.

-          Kısaca boy diyebilirsin.

-          Hayır demeyeceğim Bououyor Doavueri.

-          Buradan dağın zirvesine doğru nasıl gidebileceğimizi biliyor musun Ankebut?

-          Tabii, ilerde bir asansör var ancak bu asansör 42 dakikada bir gelir ve az önce gitti.

-          Burada beklememiz sakınca olur mu, belki biraz sohbet edebiliriz sıkılıyorsundur buralarda.

-          Tanrı misafirine kim hayır diyebilir ki, buyurun oturun size çay ikram edeyim.

Oturmuş Ankebut’u izliyorduk. Bu sırada o da şovunu yapıyor gibiydi, bir eliyle zaten sıcak olan suyla çayı demliyor, bir diğeriyle kurabiye hazırlıyor, diğeriyle televizyonun kumandasını arıyor, ötekiyle de her ihtimale karşı müzik sistemini kurmaya çalışırken bir başkasıyla da hangi müzikleri açsam diye düşünürken çenesini kaşıyordu. Altıncı ve yedinci elleriyle bulaşık yıkarken sekizincinin üstünde duruyordu. Gerçekten şaşırtıcı bir verimlilikle çalışıyordu. Söylemeden edemedim:

-          Vay anasını Ankebut, gerçekten çoğu ev hanımının ve kaynananın ihtiyacı olan şey gibisin.

-          Ev hanımı mı? O da nedir.

-          Ev hanımları, bilirsin, bütün gün evde oturup arada bir komşularıyla dedikodu yaparak kocasını bekleyen ve sürekli ev işleriyle ilgilenen kadınlar.

-          Bana neden ihtiyaç duysunlar ki? Bu eğlenceyi onların elinden alamam.

-          Biliyorum bunu yaparken çok eğlendiklerini, sadece gerçekten çok hızlısın.

-          Eh, hep aynı şeyleri yapmak bir yerden sonra gözü kapalı bile yapabilmeye yol veriyor.

-          Haklısın, peki ya işleri bu kadar hızlı yapmak boş zamanını artırınca sıkılmana sebep olmuyor mu?

-          Hayır hayatım olur mu öyle şey. İşlerimi bitirdikten sonra işlerimin bitmişliğinin güzelliğini seyrederek çayımı yudumlarım. Belki arada birkaç şiir de okurum kendi kendime. İlgilenir misin edebiyatla?

-          Evet ama şiirle değil, fazla duygusal ve imgesel geliyor, nasıl desem, şiir okuyacağıma bir tabloya bakmayı yeğlerim. Aşağı yukarı aynı şey gibiler benim için.

-          Tablo mu? O da ne?

-          Bilirsin bazı sanatçıların resimlerini çizdikleri yer. Resimler de şiir gibidir, imgelerle dolup taşıp bir duyguyu veya düşünceyi, yani nispeten metafizik olan şeyleri anlatır. Şiir gibi.

-          Çok ilginç, yanında hiç var mı?

-          Telefonumdan gösterebilirim.. bak bunun adı Arzunun Gizemi3. Burası da benim odam bu arada.

-          Demek sen de işlerini bitirince oturup tablolarını izliyorsun.

-          Yo hayır, daha çok işlerimin arasında durup tabloları izlerim. Ansızın oluşturulan sanat vuruşlarının daha efektif olduğuna inanırım.

-          Nasıl yani, biraz daha açıklamak ister misin? Derken çaylarımızı önümüze koymuş kendisi de çayından bir yudum alıyordu, tavandan sarkar bir şekilde.

-          Tabi, şöyle düşün, sanat o kadar özgür bir şey ki onunla ilgilenmek için bir vakit yaratamazsın, onunla yalnızca seni istediği zamanlarda görüşebilirsin. Böylece sana verebileceğini verir ve sen de alabileceğini alırsın. Bir şeylerin zorlama olması deriz buna biz.

-          Anladım, sanatın kendi akışının seni ele geçirmesine izin verip sanatı bir başka akışa sokmamak. Bunu denemek isterim. Teşekkürler fikir için.

-          Rica ederim.

-          Asansör geldi sanırım, saatin farkına varmamışım bile.

Asansör hakikaten gelmişti. Hala yine asansöre binecek olduğum için şaşkındım ama ne yapalım binemeyiz mi diyelim, böylece belki Ankebut bizi ağlarıyla çevreledikten sonra bir gülle atıcısı gibi sallayıp sallayıp biri yukarı atmak isterdi. Ya da ilerde başka bir yol ararken daha da derinlere inerdik. Ankebut ile vedalaştıktan sonra başım önümde bir şekilde asansöre bindim, ardımdan da kral bindi, biz konuşurken kendisi tek kelime bile etmemişti. Bir kral için şaşırtıcıydı, o yüzden sormadan edemezdim.

-          Neden hiç konuşmadın orada boy?

-          Korkudan ağzımı açamadım ki.

-          Ne korkusu?

-          Fark ettiğini sanıyordum. Yapabildiğim tek şey şaka yapmaktı ve onun sonucunda da paket olmak üzereydik. Bu yüzden konuşma işini sana bıraktım.

-          Ama neyden korktun ki? Ankebut baya tatlı zararsız bir insan türünü anımsattı bana, sadece biraz çirkinleşebilen ama ellerinden işe yarar hiçbir şey gelmeyen tipte insanlar.

-          Örümcekler, Ahtem, örümcekler ırkımızın en büyük korkusudur. Şunu hayal etmeni istiyorum, örümcek ağlarıyla kaplanmışsın ve bir uçurumdan aşağıya düşüyorsun, ne kadar korkunç değil mi?

-          Pek de farklı bi korkunçluğu yok aslında, çünkü ağlarla çevrili olmasaydım da elimden yapacak hiçbir şey gelmezdi.

-          Anlamıyorsun, uçurumdan düşerken bile bir ümidin vardır, ama örümcek ağları o ümidini de paramparça eder. Eli kolu bağlı bir şekilde yere çakılmayı beklersin, çünkü..

-          .. kelimenin tam anlamıyla elinden hiçbir şey gelmez. Evet şimdi anladım. Yine de fazla düşük bir ihtimal tabi, milyonda bir gibi.

-          Neyse ucuz atlattık, sayende. Ayrıca şakamı hiç beğenmemiş olmasına da biraz alındım.

-          Belki de kendisinden başka kimsenin şaka yapmasını istemediği içindir, örümcekler biraz komedyen de olurlar. O kadar güzel stand up yapabiliyor ki ağlarını hiç kullanmadan bütün izleyiciyi gülmekten felç edebilir bir örümcek.

-          Bunu nereden bildiğini sormayacağım, onun yerine bizim nereye geldiğimizi soracağım sana Ahtem.

 

    YÜZLEŞMENİN İLK KURALI

                Nihayet yolumuz eğim kazanmış, bizi yukarı doğru götürüyordu. Aynı zamanda, biz rakım kazandıkça kralın da ne kadar cesaret yitirdiğini görebiliyordum. Bunun sebebini sormaya kalktığımdaysa kralın aramızdan çoktandır ayrıldığını fark etmiştim. O kocaman yelesinin altında çoktan kendi iç dünyasında canavarlarının muhasebesini yapmaya başlamıştı, en azından bir canavar söz konusuydu muhasebesini yaptığı, yükseklik ve yüksekler. Nietzsche’nin derinleri olduğu gibi bu adamın da yüksekleri vardı. Aynı zamanda filozofun dediği gibi ama, bu derinlerden -veya yükseklerden- korkmanın hiçbir anlamı yoktu. Nitekim korku, gerçekliği alıp göklere çıkartırdı. Ancak korkuyu, kişi, kendi gerçekliğinde ele alabildiğinde bunu olduğundan büyük görmek yerine olduğu gibi göreceği için karşı koyması da anlaması da işbirliğine girmesi de çok daha kolar olurdu. Böylece korkusunun ardına örülecek olan örümcek ağlarına mani olabilen birey de gereken yerlere kendi ağlarını örebilecekti. Öte yandan, bu fikri de insanlığın ortak gerçekliği seviyesinde ele aldığımızda korkacak bir şeyi olmayan kimsenin hemen hemen her zaman deli olarak nitelendirildiğini biliriz. Çünkü toplum, korkusuz olanı ya kahraman ilan eder, herkesin esasında kahraman olduğu gerçeğini görmezden gelmektir bu, ya da deli ilan eder. Bu adam sıyırmış, korkacak hiçbir şeyi olmadığını iddia ediyor. İşte bu adamdan herkes korkar. Çünkü korkusuz adam herkesi korkutur, çünkü yapamayacağı şey yoktur o adamın; veya kadının.

                Kralın bu tip şeyleri ve Nietzsche’yi daha önce hiç duymadığına adım gibi emindim. Kendisine yüksek sesle seslendiğimde nihayet kabuğundan, ya da yelesinden mi demeliyim, çıktı ve kafatasına gömülmüş olan gözleriyle bana baktı. Korkunun kendi sarayını çoktan kurduğu gözlerdi bunlar. Kim olsa tanırdı ancak kimse kendi gözlerini göremediği için kendini tanıyamazdı.

-          Biraz gözlerini kaldır boy, güneş görsünler, dedim.

-          Kaldıramam Ahtem, kaldırırsam ne kadar yüksekte olduğumu görürüm.

-          Ve böylece ne kadar yüksekte de hayatta olduğunu görürsün, saçmalamayı bırak Boy.

-          Korkunun ne olduğunu biliyor musun sen, korku tarafından ele geçirildin mi hiç?

-          Onlarca kez. Ama bunların hepsi beni olduğum insan yapan terörlerdi. Karşılaştığım şeylere korku demek istemem, nitekim hafif kalır. Terörle karşılaştım, kendi terörümün içinde onlarca insan ömrü boyu boğuldum; bilirsin korku içinde geçirdiğin birkaç hafta yıllar gibi gelir. Ancak terör bittiğinde ve ben hala orada olduğumda anladım. Anladım ki terörün beni yönetmesi de Nazilerin Avrupa’yı kasıp kavurması kadar veya herhangi bir hükümdarın herhangi bir yöreyi yönetmesi kadar sınırlı, en sonunda, terör gittiğinde, orada çoktandır var olanlar orada daha uzun süre var olmaya devam edecek. Ancak ne kadar boyun eğersen bu hükümdarlara, onlar da o kadar süre hayatta kalırlar. İşte böyle öğrendim korku tarafından ele geçirilmenin ne kadar vasatın dahi altında bir olgu olduğunu.

-          Tamam canım kızma, korkusunu herkes yavaş yavaş yener neticede. Sense şimdi gelmiş benim burada korkumu bir bakışta yenmemi istiyorsun.

-          Onun yerine korkunun ta kendisiyle görüşmeni tavsiye ediyorum. Nitekim bakarsan, daha yüksekte olduğumuz için korkmadın; şimdi sadece yükselmekte olduğumuz için korktun. Ben seni zirveye hazırlamaya çalışıyorum, boy.

-          Anladım evet, aslında anlamadım. Bak, daha önce bahsettiğim yelesinin içine saklanma meselesini hatırlıyorsun di mi.

-          Evet.

-          Hah işte, eski korkunç bir alışkanlık gibi bu şey. Bırakamıyorum. Bırakmadan da yüzleşemiyorum, anlarsın ya, yüzleşmeme engel oluyor.

-          Kesebiliriz yeleni.

-          Tamamen mi?

-          Belki, belki de şekil verebiliriz. Böylece hem karizmandan kaybetmezsin hem de daha gerçek bir şeye dönüşürsün.

-          Peki ya daha az karizmatik olursam ve halkım beni daha fazla kralı olarak görmezse, o zaman ne yaparım ben?

-          Öyle bir durumda da turuncunun yeni siyah olduğunu herkese gösterirsin, kralları değil misin neticede daha önce de seni takip ediyorlardı.

-          Haklısın, sanırım.

-          Denemeye değer.

-          Evet.

-          Burada yapalım hemen de çabuk alışayım biraz daha.

Nihayet birini daha sakallarını kesmeye ikna etmiştim. Bu seferki bir kraldı üstelik. Her ne kadar keseceğimiz şey sakal değil yele de olsa, al birini vur ötekine. Neredeyse aynı şeylerdi ikisi de. İkisi de yüzün alt yarısını kapatıyor, kişiye yok yere sert havası verdiğine inanılıyordu. Şayet bana sorarsanız, sakal bir insanı sert değil tam aksine yumuşak ve hassas birine dönüştürür. Daha yüzünü insanlara gösteremeyen birisi neye karşı koyabilir ki diye düşünürüm hep. Ayrıca bu sakallıların çocuğu da oluyor ve düşünün babasının çenesini hiç görmemiş o kadar fazla çocuk var ki. Burada galaksinin ücra bir köşesinde bile böyle yetişmiş nesiller var, bu çağda. 

İSTİRAHAT HALİNDE BİR SEKİZİNCİ

                Kral yeni sakalından çok memnun görünüyordu. Resmen gençleşmesinin yanında neredeyse fazla gençleşip bir çocuk olmuştu. Bunun sebebinin en son çocukken sakalının olmadığı olduğunu açıkladığında epey anlamlı gelmişti. Daha sonra çocukların dünyayı tam şu an yaptığımız gibi keşif modunda yaşamasından bahsettik. Çocukların durumunu daha da ilginç yapan şey onların sürekli bu vaziyette yaşıyor olmalarıydı. Karşılarına çıkan herhangi bir şey keşfetmeye değer bir şeydi onlar için. Bir kalemden ip parçasına; bir ağaçtan tutun bir taş parçasına kadar çocuklar her şeyle iletişim kurup onları yeniden yazabilirlerdi kendi dünyalarında. Biz yetişkinlerse ancak çoktan yazılmış olanları okumakla meşguldük her zaman. Yazılmış olanı okuyup ezberleyip tekrar yazmak işimiz gibiydi. Tutun ki birisi herhangi bir objeyi alsın da onunla yeniden tanışmaya ve kendisi o nesneyi kendi dünyasına tanımlasın mahvolmanın eşiğine getirirdi onu toplum. Bu korkuyla da herkes akıllı uslu yazılmışları okur ve tekrar yazardı.

                Kralın oğlunu aradığımız maceramız, ben bu hava, su dolu düşünceleri kafamdan ayıklarken devam ediyordu. Dağın zirvesine epeyce yaklaşmıştık. Kral da artık o kadar fazla korkuyor gibi görünmüyordu. Yine de tabi, uçurumdan aşağı bakacak kıvamda değildi; yalnızca bulunduğu rakımın yükselmesi ona artık koymuyor gibiydi. Bu durumla barışmaya başladığını görünce biraz sevindim, bir şekilde motive etmiştim onu. Tıraş, muhtemelen, ona bir placebo etkisi vermişti. Sadece ihtiyaç duyduğu yakıtı edinmişti. Artık yakıtını yakarak ivmesini kazanabilir ve kazandığı ivmeyle de yükseklerden inip yükseklere çıkabilirdi bir sarkaç gibi.

                Zirveye birkaç adım kala küçük, mütevazi bir mağara gördük. Kapısında kediler uzanmıştı. O kadar fazla kedi o kadar güzel uzanmıştı ki buranın çıkılabilecek en yüksek yer olduğuna inanmak üzereydim, ancak zirve gözlerimin önündeydi. Mağaradan içeri girmek istediğimizde kedilerden birkaçı kalkıp kabardı. Kabaran kedilere her zaman yaptığım gibi sırtlarını yere yapıştırdım tek tek. Hiçbir kedi benim karşımda kabaramazdı nitekim. İçerisi fantastik loşlukta bir aydınlatmaya sahipti. Gün boyu hiç ışık almayıp yalnızca batan güneşi içeriye alan bir yerdi. Burayı tanrı kendisi veya çocuklarından biri için yapmış olmalı, diye düşündüm. İçerde bizi leziz bir kahve kokusu karşıladı. Nihayet biraz kahve bulmuş olmak beni epey mest etmişti. Kokuyu takip ederek ilerlerken yarı insan yarı kurt görünümlü birine denk geldik. Pek insan görünümlü de değildi ancak üst gövdesinin temizliği ve cildine uygulamış olduğu harika bakımı görünce bir an insansı olduğunu düşündüm ancak öyle değildi. Kendim fark edememiş olsam da kralın tavırları sayesinde anladığım bir şey vardı, bu çocuk kralın kayıp, yedinci, çocuğuydu.

                Sanırım kokularından, birbirlerini hemen tanıdılar ve sarıldılar. Yıllardır ayrılarmış ama isteseler de birbirlerine kavuşamıyorlarmış gibiydiler. Çocuk, babasının yelesinin küçüldüğünü görünce onun için kaygılandı önce. Daha sonra bunun nedenini sorduğunda kralın cevabı onu rahatlatmışa benziyordu. Yele durumunun konuyla ilgisinin netliği asla bilinemeyecek olsa da muhtemelen yeni bir totem icat etmiştim. Bu totem kişilerin yelelerini kesip daha cesur hale gelmesini sağlayacaktı ve nesiller boyu ancak birisi, bir Dumbledore, ortaya çıkana kadar bu böyle devam edecekti. Daha sonra herkes bu birisine özenip tekrar yelesini uzatmaya başlayacak ve her şey eskisine dönecekti. Tabi bu sırada kral da oğulları da bu dünyada göç etmiş olacaklardı. Belki kralın muhtemelen çocuklarının torunları olacaktı bu nesil.

                Baba oğul arasındaki konuşmaları buraya aktarmama gerek yok tabi. Hepimizin tahmin edebileceği ve olması gerektiği gibi sevgi ve güven dolu konuşmalarla birbirlerine kendilerinin hatalı olduklarını açıklamaya çalışarak saatlerce özür dileyip bunca zaman neler yaşadıklarını sordular. Bu kısım biraz heyecanlandırıcıydı. Nitekim çocuğun süregeldiği hayat ilgimi epey çekmişti. Saraydan ilk ayrıldığında çıktığımız yola çıkmıştı. Çiftçiden payını orada bir hafta çalışıp konaklayarak aldıktan sonra devam etmiş ve Trump’ın çetesiyle karşılaşmıştı. Bu çeteye karşı koymaya çalışırken eteklerde fazla barınamayacağını anladığında devam etmeye karar vermişti. Önünde duran kocaman dağa bakarak ‘umarım seni aşmak yerine seninle kalırım, şayet bir büyüğe ihtiyacım olabilir’ demiş ve yola çıkmış. Ankebut’la karşılaştığında şakalarına gülmekten karnı ağrımış ve karın ağrısına katlanamayacak hale geldiğinde de biraz çay içmişler, midesini rahatlatmak için. Bu sırada buralara yolunun nasıl düştüğünü ve önceki hayatından kopmanın ne kadar üzücü olduğunu anlatmış Ankebut’a. O da geçmişinin ellerinde güvende olduğunu ve artık yolculuğuna devam edebileceğini söylemiş. Daha sonra zirveye doğru ilerlerken bu mağarayı bulmuş. Kedilere karşı kendini bildi bileli ilgili birisi olduğu için bir süre onlarla takılmaya karar vermiş. Kediler de çocuğu sevince onu beslemişler. Çocuk da kedilere ateşi kontrol etmeyi öğretmiş. Yani aslında gerçekten çıkabileceğimiz en yüksek yere çıkmışız, kedilerin ateşi kontrol edebildiği noktaya. Çünkü kediler bunu bilseler de asla kullanmamışlar. Yine de hep birbirlerine anlatmışlar ve tekniklerini geliştirmişler. Ateşi tanımışlar ama kullanmaya gerek duymamışlar. Çocuk da böylece kedilere güvenebileceğini anlamış ve mağaraya yerleşmeye karar vermiş. Tam da istediği gibi dağı arkasında bırakmamış sadece orada bir süre konaklamış. Babasının onu gelip almasına sıra gelene kadar.  

                Şimdi sıra çocuğun babasını sorguya çekmesine gelmişti:

-          Buraya gelmen neden bu kadar uzun sürdü? Yokluğumu hiç mi hissetmedin?

-          Aslına bakarsan buraya gelmeyi hiç planlamamıştım. Seni kendi haline bırakıp kendi hayatını sürdürmeni ve bunu istediğin şekilde yapabilmeni ümit ederek hayatıma devam etmeyi düşünmüştüm.

-          Fikrini ne değiştirdi?

-          Gördüğüm bir rüya, ve bu rüyayı yorumlayan bir yabancı. Eskiden yabancıydı ama artık yakın bir dostum olan bu adam.

-          Bir rüya mı? Nasıl bir rüyaydı?

-          Kabaca senin kurtarıcımız olacağını ve sayende yıllar sürebilecek felaketlerden kurtulabileceğimizi söylüyordu.

-          Nasıl olacağını bilmiyorum bunun ama yardım etmekten onur duyarım.

-          Sanırım yardımını yaptın bile, ülkenin kralını en büyük korkusundan kurtardın. Bunu yaparken de ekstra hiçbir efor sarf etmene gerek olmadı çünkü buraya gelebilmek yeterliydi.

-          Sahiden bu kadar yükseğe tırmanabilmiş olman da neredeyse seni görmüş olmam kadar şaşırtıcı oldu benim için.

-          Evet, artık yükseklerden korkmuyorum ve yükseklerde bir varisim var. Bu yüzden sana dönmen için baskı yapmayacağım. Senden dönmeni istemiyorum.

-          Dönmememi mi istiyorsun?

-          Hayır, kendi arzularını takip edip onlara göre karar vermeni istiyorum. Kalmak ya da dönmek senin kararın çünkü çoktan yapabileceğin en büyük yardımı yaptın bile. Bir kralı yeniden yarattın.

-          Öyleyse buraya daha sık ziyarete gelebilirsin, değil mi?

-          Tabi ki. Sanırım kararını burada kalmaktan yana kullanacaksın.

-          Evet, ancak elbette yardımıma ihtiyacınız olduğu anda sizinle olacağım; kedilerden birini alın ve bana ihtiyacınız olduğunda ona havaya atarak bir parça balık verin. Böylece gelip beni bulması gerektiğini anlayacak. Kedi beni bulduğundaysa ben de ihtiyaç duyulduğumu anlayıp yanınıza geleceğim.

-          Öyleyse anlaştık.

Kral oğluyla biraz vakit geçirmek istemişti, haklıydı. Bense çok yorgun olduğum için oradan müsaade isteyip kalktım. Saraya doğru yola koyuldum. Yola çıktığımda sarayın aslında dağa epey yakın olduğunu fark edip sevindim. Dağın etrafından dolanan yol yerine biraz fazla yamaç olan ve tırmanmanın, inerken yuvarlanmamak kadar, imkansız olduğu bir eğimdi. Aman ne olacak ki diyerek yola koyuldum. Nitekim o kadar yorgundum ki yuvarlansam bile en azından daha fazla yürümeme gerek kalmadığı için minnettar olabilirdim. Nitekim öyle de oldu; inerken tam da ne kadar temiz ilerlediğimi düşünüyordum. O anda sviff diye kaydı ayağım; yuvarlanmaya başladım. Yuvarlanırken yorgunluğun getirdiği heyecanlanamama durumu sayesinde durumu biraz avatarlaştırıp etrafımı ve kendimi kontrol ederek harmoni içinde yuvarlanmaya çalıştım. Bu sırada tam bir cenin pozisyonuna geçirmiştim kendimi ve ellerimle kafamı kolluyordum. Ne kadar da ilginç, korumak istediğim yerlerim genitallerim, karnım, göğsüm ve kafam; aslında ne kadar da ilginç değil de olağan diye düşündüm. Teker teker bunları neden koruduğumu düşünürken iniş yapmıştım. Neyse ki fazla kayalık yoktu da daha çok yuvarlanmakla geçmişti yolculuğum. İndiğimde artık kaskete kavuşup aylardır planlayıp da bir türlü harekete geçiremediğimiz dümdüz dünya planlarını nihayet yapabileceğimiz için mutluydum.

Kasketse sarayı çok iyi idare etmiş, yeni bir vizyon vermişti saraya. Ekstra olan bütün süs eşyalarından kurtulmuş ve minimalist bir saraya dönüştürmüştü. Aylık elektrik faturasının %67 düştüğünü söylediğinde etkilenmiştim. Bu adamın kafası gerçekten iyi çalışıyordu. Anlamsız dekorlar yerine üç parçayı kocaman salona o kadar iyi yerleştirebilirdi ki herkes ağzı açık bir şekilde etkilenirdi. Kasket beni yara bere içinde görünce şaşırdı biraz, bensiz yuvarlanmışsın diyerek içerledi daha sonra. Artık evimize gidelim dediğimde benimle hiç olmadığı kadar hemfikirdi. Yalnız bir problem vardı ki gideceğimiz ev ikimizin değil benim evimdi. Bir de misafirim olan Pelin’in evi.

 

  

 

Yorumlar