Gün Yeniden Doğuyor: Bir Bulaşık Hikayesi

        Nötr Olmak ya da Olmamak

    Nihayet eve girdim sigaramı sardım ve bunu sağ salim yapabilmiş olmanın kıvancıyla ateş arıyordum. Çakmağı bir türlü bulamıyordum. Düzenli bir içici olmamanın en büyük dezavantajı bu diye düşündüm kendi kendime ama bu düşünceden mutluluk duydum açıkçası. Kıvanç duygum artmıştı sigarayı yakmaya fazlasıyla hazırdım. Bir anda karşımda bana uzanan çakmağı gördüm. Kim olduğuna baktığımdaysa kasketi gördüm karşımda ve şaşırmayışıma üzülmeyi bitirince yalvarırcasına konuşmaya başladım, yalvarmaktan ziyade yalvarmaya yakındım tabii:

-          Bu gece olmaz, dinlenmem gerek, yarın kahvaltıya gel -ayağa kalkmıştım bile- kahvaltıda konuşuruz her şeyi. Söylemek istediğin ne varsa daha sonra gel şimdi olmaz, yapamazsın, gitmen lazım. Bu haneye tecavüzlerden vazgeçmen gerekiyor artık. Yani gerçekten istediğin anda istediğin kişinin evinde olamazsın, insanların alanlarına saygılı olmalısın. Alanlarına saygılı olmadığında insanlardan gerçekten kötü karşılıklar alabilirsin, KAHRETSİN KARŞINDAKİNİ BİR CANAVARA BİLE DÖNÜŞTÜREBİLİRSİN.

-          Tamam çok konuşma da şu sodayı burnuna çek.

-          Hayır sodayı burnuma çekmek istemiyorum, kahretsin sadece sigaramı huzur ve sessizlik içinde içmek istiyorum anlıyor musun, yalnız kalmak istiyorum.

-          Hayır istemiyorsun. Soda sana bakıyor haydi.

-          Ne istediğimi benden iyi mi biliyorsun?

-          Unutma ben bir uzaylıyım, intergalaktik seyahatleri vazgeçilmezi olan bir uzaylı.

                Beni ikna etmişti. Sodayı burnumdan çektiğimde pırıl pırıl olacağımı ve beynimin saunadan çıkmış ben kadar temiz olacağını biliyordum aslında, sadece kendime itiraf edemediğim bir gerçekti bu. Ama kasketin uzaylı olması yardımcı oldu bu kez.

-          Laflamak için gelmemişsindir bu saatte?

-          Laflamamak için geldim evet, ben de bu saatte rahatsız edildiğim için huzursuzum aynı şekilde.

-          Ne yani benim yanımda bulunmayı rahatsızlık olarak mı nitelendiriyorsun? Sanırım hala biraz duygusalım.

-          Tam olarak öyle değil. Bazı zamanlar bu doğru olsa da şu an değil. Şu an için nitelendirmiyorum burada bulunma sebebimi, daha çok sebebimi gerçekleştirip buradan gitmek ve sıcacık yatağım ve yeni aldığım dokuzuncu minderimle vakit geçirmek istiyorum, bir çay isteyip istemediğime emin değilim.

-          Hmmm

-          Doğru.. bu işe hala başlamadım. Şöyle ki hayatım, göreve gitmemiz gerekiyor. Sana bu duman nötrleyiciyi getirmem gerektiği için buradayım. Göreve birkaç gün içinde çıkıyoruz. Bu sırada senin de üzerinde bulunan veya bulunacak olan herhangi bir duman parçacığını bununla nötrlemeni istiyorum, nitekim ancak temizlenir..

-          Dumanları nötrlememi istemek için mi buradasın?

-          Dediğim gibi yeterince vakit olmadığını düşündüğüm için buradayım.

-          Doğru diyosun zaman dediğin ne ki ve kime yetmiş ki.. içtiğim sodanın etkisini kaybetmeye başladığını hissediyordum.

-          Biliyorsun ilk izlenim yaratmak için gittiğimiz yerde temiz olmalıyız.

-          Hadi kardeşim hadi ikile yahu neden bahsediyorsun.

-          Haklısın sebebim de olmadığına göre beni bekleyenlerin yanına gitmek daha iyi bir fikir şu an. Görüşürüz fıstık.

-          Öpüldünüz.

Hindistan ve İngiliz Gençleri

                Nihayet kendi başıma geçirebileceğim vakte seviniyordum. Şayet kendimi karantinaya almam gerekmişti çünkü temizlenmem gerekiyordu ve temiz de kalmalıydım bu sırada. Kendi kendime “evet temizlenmek için harika bir fırsat bu, ruhen” diye düşünürken ansızın masa lambasının benimle konuştuğunu duydum. Dönüp dinlediğimde ne kadar çok yandığından bahsedip ekliyordu “ah hayatım bu bronzlukla artık bütün karanlıkların gözdesi olurum, hepsi beni gördüğüne çok sevinecek, yaşasın nihayet atamız güneşin bizden istediğini yerine getirmiş olacağım!! Yaşasın!!!”. Bir an duyduklarım beni derinden sarsmıştı. Demek bütün masa lambalarının atası güneşti.. tekrar düşündüğümde o kadar da anlamsız gelmemeye başlamıştı. Neticede yeryüzündeki ilk ışık güneşten gelmişti ve sonradan gelenlerin atası olmaya talipti. Peki ya karanlıklara kendini beğendirmeye çalışmasına ne demeli. Tam da bu durumun etkisinden çıkamıyordum. Bütün hayatım tam tersini hayal etmekle geçmişti çünkü. Her zaman ışığın karanlığı söndürmeye çalıştığını düşünmüştüm. Ama öyle değilmiş. Masa lambasının çok yanmaktan şikayet etmesinden anlamalıydım. Yalnızlıktan şikayet ediyordu aslında. Yani karanlıklar lambaların yanmaması ve soluklanması için bir fırsattı aslında ve yin-yang ikilisi kadar bütünleşmiş bir ikiliydi ışık ve karanlık da aslında. Işık demek doğru olmayabilir de tabi; ışıktan ziyade lambanın yani ışık kaynağının durumu bu çünkü. Işığın pek de etken bir rolü olduğunu bile sanmıyorum. Ah gözüme giren ışık da nerden geliyor ha ne noluyor.. ah.. uyanmışım. Kahretsin hepsi rüyaymış. Jung görse zevkten piposunu yakardı herhalde. Perdeyi çekeyim de karanlıklara biraz meydan vereyim bari..

                Bir haftalık belirsizlik ve karantinanın ardından nihayet gün gelmişti. Bugün yola çıkıyorduk dün gelen habere göre. Ama önceki gün gelen habere göre de dün yola çıkıyorduk. Bu durum güvenimi her ne kadar zedelese de portakal suyumu yudumlarken ümidimi yitirmeyip hazır olan valizime bakıyor ve “Umarım bu sefer de uzaylılar beni absürt görüp yargılamaya başlamazlar. Nötr olmamıza da razıyım” diye düşünüyordum. Ne yapacağımı anlık olarak pek kestiremediğim için biraz müzik dinleyip kitap okumaya karar verdim. Bunu hep yapardım. Ne yapacağımı kestiremediğimde kitap okurdum. Muhtemelen eskiden kalan bir savunma mekanizmasıdır. Uyumanın bilinçli hali gibi bir şey kitap okumak dediğimiz de zaten. En azından uzun zamandır okuyamadığım “dönüşüm sembolleri” kitabına devam edebilirim diye düşündüm. Ne kadar okusam kardır. Hem bu dindar insanların kutsal kitaplarını okuma metoduna benziyordu biraz da. Okurken ansızın bir kelime dikkatinizi çeker “kurbağa” ve işte bu! Uzun zamandır anlam veremediğiniz her şey gözünüzün önünde çözülüyordur. Tabi ya hepsi kurbağayla bağlantılı, kurbağa olmasaydı bunların hiçbir anlamı olmazdı. Tanrım kurbağa ne kadar da yüce, neredeyse sana yaklaşacak yücelikte!

                Kasket geldiğinde ben de tam bu aydınlanmayı yaşamak üzereydim. Zil çaldığında bitirmek üzere olduğum paragrafı bitirmeye çalışıyordum, ve işte! Regresyon! İşte bu her şey anlam kazanmıştı. Ama durup şaşıracak vaktim yoktu çünkü kapıda bekleyen bir misafirim ve maceram vardı. Şoku üzerimden atıp hemen kapıyı açtım. Kapı açılırken kendi ellerimle açmış olmama rağmen neredeyse kasketin gösterişli girişi için kapının kendi kendisine açıldığını düşünecektim nitekim açılsaydı yeriydi çünkü kasket parlıyordu. Resmen parlıyordu. Ağzım açık kaldığında parıltısının dişlerime yansıdığını fark edip durakladım ve emin olmak için karşımdaki cama doğru güldüm ben de. Camın da parladığını fark ettiğimde emindim. Kasket için bir ayna işlevi görüyordum ne kadar parıltılı olduğuna şaşırırken. Her zamanki fiyakalı, biraz narsist çok az da nihilist tavırlarıyla içeri girdiğinde parıltısı sönmeye yüz tutmuştu ama eski yerinde hala ufak parıldamalar vardı. Bunun nasıl olduğunu anlamak için kapıdan bir adım dışarı çıkınca hepsinin kasket tarafından ayarlanmış olduğunu görüp bütün şokumu üzerimden atıp her zamanki gibi devam ettik.

 

                Yola çıkmak üzereyken kasketin bir yerlerden içecek almak için ümitsizce istek duyduğunu fark ettim. Sonra ansızın hatırladım. Kasket hep bir şeyler içmeyi severdi, özellikle bir yerlere giriş yaparken ve bu sizi ilk kez gören bir gezegense daha iyisi olamazdı. Koskoca gezegen sizin gelişinize şaşırarak sizi izlerken siz bütün sakinliğiniz ve polarize güneş gözlüklerinizle yetkiliyi ararken çikolatası seyreltilmiş mochanızdan bir yudum almak kadar havalı pek az şey gördüm. Bunu yaptığımdaysa bunu izleyen herhangi birisinden daha çok etkilendiğimi fark etmiştim bu olaydan. Biraz tereddüt uyandırıcı ve gizemli bir durum olsa da şaşırmayı sevdiğimi herkes bilir. “Çikolatasını iki kez seyreltin lütfen” diyordu kasket siparişini alan uykusuzluktan gözleri şişmiş baristaya ve ekliyordu “bir de ekstra shot lütfen”. Her cümlesinin sonuna lütfen koyması gerçekten takdire şayan bir azmin ürünüydü ve bu azim sayesinde hiçbir yerdeki çalışanlar ona çıkışamıyordu. En azından bunu yapmadan önce iki kez düşünüyorlardı; aklıma önceki seyahatimizin içeceklerini alışımız geldi, kasketin kurduğu yedinci cümleye karşılık kahvesini verirken barista harika bir şaka yapmıştı: “ah ekstra sosunuzu unuttum, hemen ekliyorum” demesi ve ardından kahve bardağına giren tükürük, kapağın kapatılması ve kasketin kahveyi alıp “çift kapak lütfen” demesi… baristanın daha sonra işi bıraktığını duydum daha fazla hizmet sektöründe yer almak istememiş ve bir sahil kasabasındaki ikona dönüşmüş. Her sahil kasabasında olan ikonlardan; sakallı, kel, göbekli, biraz şamanvari tavırları olan ve kafasına takılan her şeyi etrafına bağırarak ilan eden ikon. “siparişinizi alabilir miyim?” diyen barista beni düşüncelerden kurtardığında minnet dolu gözlerle ona baktığımı fark etmemişim ama o fark etmişti. Yüzündeki değişimi görünce daha fazla bozmamak adına, “soğuk filtre kahve, sade, büyük boy” deyip kahvesini bekleyenler sırasındaki yerimi aldım.

                Nihayet sempatik uzay aracımıza binmiş sigaramızı yakıyorduk kasketle. Bu aracın en sevdiğim yanı da bütün zevkler için tasarlanmış olmasıydı. Puro mu içiyorsunuz, kibritimiz hazır; içeceğiniz mi var, buraya koyun; bacaklarınız yoruldu mu, buyrun masaj yapalım… kasket işini bilen biriydi nihayetinde. Sigarasını yakarken kasket yol muhabbetine düştü:

-          Ee dünyadan ne zaman ayrılacaksın, biliyorsun istediğin zaman sana da bir uzay aracı ve paça avcıları loncasında bir yer ayarlayabilirim.

-          Aaa bilemiyorum kasket, dünyadan ayrılmamak için çok fazla sebep görüyorum düşünmeye başladığımda.

-          Ne gibi

-          Ailemi bırakıp gitmek biraz vicda..

-          Haha sen aileni mi bırakamıyorsun, Peri can atar sana katılmak için muhtemelen, diğerlerinin sana katılmaması için de sen can atarsın. Problem çözüldü.

-          Ehh doğru diyorsun ama bir de şu kız var.. son zamanlarda hoşlanmaya başladım, onu bırakıp gitmek de çok istemiyorum

-          Ne yani koskoca galakside eşi benzeri olmayan birisi olduğunu mu düşünüyorsun onun? Bak işte bu yüzden gelmeni ve bana katılmanı çok istiyorum, şu daraltılmış, inceltilmiş ve lateral boyutları alınmış dünya perspektifini aşmanı istiyorum, dostum, bak seni severim, kendini harcıyorsun buralarda.

-          Aah ama ben dünyayı ve dünya kültürünü ilerletmek istiyorum, hayatım buna adanmış olsun, anlıyor musun. Bağlılık bu. Bir yere bağlı olmak istiyorum.

-          Neden bağlı olmak istiyorsun ki bak işte ben sana bir derecede bağlıyım daha fazlasına ne gerek var.

-          Neden mi bağlı olmak istiyorum.. şeyden.. ehmm… aa bu bir apartman mı?

-          Kahretsin fazla hızlı sürmüşüm konuşmam yarım kaldı. Evet gördüğün devasa apartman, varış noktamız, nam-ı diğer teessüf..

-          Güneş gözlükleri hazır mı?

-          Evet. Peki ya kahvelerimiz ve pipetleri hazır mı?

-          Hazırlar.

-          Öyleyse

-          Başlayalım.

Gezegene girerken herhangi bir karşılama yahut güvenliğe denk gelmemek bizi epeyce şaşırtmıştı. İzleyen birkaç bulaşık teli haricinde şovumuzu görecek hiç kimse de yoktu. Nitekim bulaşık tellerinin boyutu beni kendimden daha çok hayrete düşürmüştü, devasaydılar. Devasalardı. İki insanı üst üste koyup sağ taraflarına da üç insan ekleyip daha sonra onların da sağına iki insan eklediğinizde elde edebileceğiniz boyuttalardı. Ama kahveleri yoktu veya herhangi bir şey içmiyorlardı neyse ki. Bu da beni avantajlı durumda tutuyordu.

Kahvemi yudumlayarak kaskete soru dolu bakışlar atarken gözlüğün buna engel olduğunu hissetmeme ramak kaldığında fark ettiğim şey kasketin de bana aynı bakışı atmaya çalıştığıydı. Girişimimiz başarısız olmuştu. Kasket kaybolmuşluğun verdiği hisle anında çantasından gerekli belgeleri çıkartıyordu. Bunlar tabi ki pasaport, vize izni ve bizi yanına götürmeleri gereken şahıstı. Sakin kalmaya çalışarak etrafı izlemeye koyulduğumda bu girişimim de başarısız olacaktı. Tellerin ne yaptığını anlamak biraz vaktimi aldı çünkü çoktandır anlamsız davranıyorlardı. Ama bu sefer bu davranışın öznesi olacaklar bizmişiz gibi hissettiriyordu. Bunun şaşkınlığı ve hala içinde bulunduğumuz kaosu sindirememiş olmam beni kaskete yine aynı bakışı atmaya itmişti ama yine gözlük takıyordum ve; kahretsin kasket de bana aynı bakışı atmaya çalışıyordu. Bu adam neden bana sürekli aynı bakışı atıyordu acaba ve yine neden hep önce o bakıyordu sorularıyla telleri izliyordum. Durmaya niyetleri yoktu ve büyük keyif alacağa benziyorlardı. Paniğimiz zirve yapmak üzereyken bir yetkiliye benzeyen nispeten kıvrımları düzgün olan ve anladığım kadarıyla yine dişi olan tel, diğerlerinin önüne geçti ve onları durdurdu. Bu olduğunda kahvemden alacak yudumun kalmadığını öğrendim ve bunun üzüntüsünü en azından hayatta kaldığımıza sevinerek kapatmaya çalışıyordum. Kıvrımlı tel durumu açıklamaya koyuldu:

-          Temiz olduğunuzdan emin olmak istiyorlar.

-          Ontolojik olarak mı? Diyerek müdahil oldu kasket.

-          Olabilir, açıklamak ister misiniz bu bağlamı? Dediğinde kasketin bir yıkıma uğradığını gördüm. Ve direksiyonu devralmaya karar verdim.

-          Aa evet, tabi.. şöyle ki ontolojik anlamda temiz olmak, sizi ontolojik yapan şeylere tamamen ve arı pür bir şekilde sahip olmanız demektir. Yani bu yapılanmaların içine herhangi bir şekilde ve yine ontolojik anlamda kötülük dahil olmamışsa ontolojik anlamda temizsinizdir.

-          Hmm… hayır ben ilkel anlamıyla temizlikten bahsediyordum. Bulaşıkların yıkandıktan sonra ne kadar temiz olduğu gibi.

-          Peki bunu nasıl yapacaklar?

-          Size sarılmak gibi düşünebilirsiniz, yalnızca bu sarılma sizin içinizden geçmek istiyormuş gibi düşünün. Çünkü böylece her şeye değebilirlerdi. Yani istedikleri yerden toz olabilmek gibi. Sevgi dolu aslında.. herkesin sevme yöntemi farklı tabi.

-          Umarım ayı yavrusunu severken öldürmez..

Kaskete döndüm ve kahvesini kenara koyuşundan hala bitmemiş olduğu çıkarımını yaptım. Bu sırada teller bize sevgi göstermeye başlamıştı çünkü kıvrımlı tel aradan çekilmişti. Yeterince acı verici bir maceraydı ama ayrıntılarından bahsetmeyeceğim. Şayet pek temiz değildi ayrıntılar. Daha temiz olmayansa buradan sonra zihnimizi veya psyche’mizi temizletmeye gideceğimizi öğrendim. Hiç iç açıcı olmayan bu gelişme karşısında nefret ve öfkemi saçmaya başladığımda tellerden birisi gayet sakin bir şekilde, yanımıza geldi ve “delikanlı, tek bir şeyden emin olabilirsin ki burayı özleyeceksin. Bu kadar telin burada yaşamayı seçmesinin bir nedeni var. Çünkü yalnızca burada özgürlüğümüzü sonuna kadar yaşayabiliyoruz ve kendimizi gerçekten serbest bırakabiliyoruz, saraylılar gibi maskelerin arkasında partiler vermiyoruz. Burası gerçekten olan bir yer ve burada olan her şey sadece ve sadece gerçek.” Dedi. Kasket sıkılmış bir vaziyette sigara yakıyordu. Ve bu benim işi halletmemi istediğini gösteriyordu. Ve ben de ekipteki bilgi alma uzmanıydım. Kasket her zaman alacağı bilgiyi almış bir şekilde gelirdi. Öğrenme becerisi uzun zaman önce her şeyi öğrendiğini düşünüp bir şey öğrenmeyi bıraktığından beri yavaşlamıştı. Ben de söze girmek için can atıyordum açıkçası çünkü bir anarşist vardı karşımda, eşsiz bir anarşist.

-          Ne yani bay.. eee..

-          Tül, bay tül diyebilirsiniz.

-          Evet bay tül. Ne yani bay tül gerçekten bütün bu gezegenin başında bir lider veya lider grubu olmadan daha iyi yaşayabileceğini mi düşünüyorsunuz?

-          Tam olarak ondan bahsetmiyorum. Daha ziyade, girmek üzere olduğunuz zihinsel temizlikten bahsediyorum.

-          Nesi varmış ki bu zihinsel temizliğin? Ben kötü düşüncelerimizden arınacağımızı sanıyorum, eh bunları da bilinçli bir şekilde yapacaksak daha nolsun.

-          Çok naifsiniz beyefendi, ama burada işler öyle yürümüyor. Sana olacakları kısaca özetleyeyim. Seni, her bilim kurguda olmak zorunda olduğu gibi, bir sandalyeye oturtup kafana bir şeyler bağlayacaklar. Daha sonra, tempoyu hiç bozmadan klişelerle devam ediyorlar burada da, frekanslar ve elektrik sinyalleri aracılığıyla sizin ruhunuz bile duymadan ya da herhangi bir bilinç taneciğiniz dahi bu süreçten kaçıp bilgiyi bilince sızdıramadan içinizdeki hayvanı öldürüyorlar. İçinizde hangi hayvan vardıysa öldürüyorlar. Biz tellerin hangi hayvanı taşıdığı aşikar, kunduz. Sadece misyonumuz farklı temizlemek.

-          Peki bu içimizdeki hayvan tam olarak ne ifade ediyor. Geldiğim yerde Freud denen bir adam açıklamıştı bunu, içimizdeki savunmasız vahşi gibi bir şey kabaca. Burada ne anlama geliyor?

-          Hemen hemen aynı. Sadece aslında hayvanlarla kısıtlı tutmuyoruz biz. İçimizdeki bulaşık telini de alabiliyorlar, içimizdeki savaşçıyı da, içimizdeki köstebeği de alabiliyorlar.

-          Bundan kaçmanın bir yolu yok mu, bu süreci geçirmeden üst kata çıkmak mümkün mü?

-          Maalesef değil, en azından burada gördüğün bir yığın tel bunu başaramadı, belki bizim kamufle olmamız zor olduğu içindir, belki de aptal olduğumuz içindir, bilmiyorum.

Neyse ki biz ne aptaldık ne de kamufle olmamız zordu. Hatta kamufle olmamız işten bile değildi. Kasketin engin yetenekleri ve benim tiyatro akıtan egom sayesinde yolumuzu bulabileceğimiz hissine kapılmıştım. Bay Tül’e teşekkür edip görüşmek üzere diyerek ayrıldım ordan. Onu da bir gün yukarılara aldırmak isterdim açıkçası. Kafası çalışan birine benziyordu ama kafası çalışıyora benzeyen çoğu insan gibi o da kendisini alt tabakayla birleşik tutarak heba etmeyi vazife bilmişti kendisine. Halbuki böyle bireyler geldikleri yerden kopmayı göze alabilseler, gidecekleri yerden kopmayı kimse göze alamazdı. Etrafta asalak asalak aynı hareketi tekrarlayan üç tel görünce bütün planlarım durdu, beynim koltuğuna çekilip kahvesini yudumlamaya başladı ve ben de izlemeye koyuldum. Üçlü çok tuhaf bir şekilde sürekli hemen arkalarında bulunan bir şeyi almaya çalışıyorlar gibilerdi. Gel gelelim bir kere arkasına dönünce sonra tekrar arkasına döndüğünde hiçbir şey yapmamış oluyordu. Gözün ansızın bunları izleyen abilerine takıldı; bazıları arkasına dönmesi için çocukları cesaretlendiriyordu, bazıları da sadece motivasyon yağdırıyordu. Herkesin aynı işi yaptığı ve herkesin birbirini aynı iş için cesaretlendirdiği bir yer.. amanın burası dünyaya ne kadar da çok benziyor diye düşünüyordum ki bir de baktım bizi sıradaki temizliğe sokmak için yetkililer geliyorlardı. Bay Tül’ün anlattıklarını kaskete anlatmalıydım, birer bitkiye dönüşmeden..

-          Psst kasket! Çabuk buraya gel bir şeyle ilgileniyormuşuz gibi yap. Anlatmam gereken şeyler var. O temizliğe giremeyiz.

-          AA VAY CANINA GERÇEKTEN ŞAŞIRTICI.. ne demek giremeyiz, girmeden nasıl ilerliycez?!

-          Bir fikrim var.. bizi koşulsuz şekilde temizliğe almaları yerine önce teste tabi tutmalarını isteyelim. Sen havada karada geçersin testi, ben de elimden geleni yaparım, muhtemelen de geçerim.

-          Peki ya ikna olmazlarsa? Neden temizliğe girmek istemiyoruz ki?

-          Birer bitkiye dönüşeceğiz girersek.. içimizdeki gücü alacaklar, vahşiliği ve arzularımızın kaynağını. Diğer bir deyişle..

-          İçimizdeki hayvanı!! Buna izin veremem işte. Test için şansımızı denemeden önce kaçak bir yol bulmayı denemeliyiz. Bak şimdi, bütün gezegen bir apartman olduğuna göre, buranın bir de otoparkı olmalı.

-          Otopark.. evet. Burjuvanın araçlarını bırakacağı bir otopark ve bu otoparktan üst kata direk geçiş olmalı. Otoparklar hep en ..

-          Alt katta olur, evet. Ama biz kendimizi en alt katta sanıyoruz bile. Peki nerede bu kat?

-          Dur bakalım bendeki doblo maymuncuğunu çalıştırmayı deneyeyim, üstümde kalmış, belki bir tane doblo çıkar.

Lanet tuşa bastığıma biraz pişman olmuştum. Çünkü belki bir ümidim bir senfoniyle karşılık bulmuştu. Ama senfoninin tam olarak nereden geldiğini hala kestirememiştik ikimiz de. “yukarısı değil di mi?” diyen kaskete cevabım “karşı olabilir mi karşımızdan gelmiyor di mi?” olmuştu. Bir süre az önce bahsettiğim teller gibi sürekli arkamıza döndükten sonra nihayet fark etmiştim. Ses tam olarak dışardan geliyordu. Otoparkın içindeydik ve otoparkı algılayamıyorduk. Tam olarak otoparkın neresinde olduğumuzu anlamak da zordu epey ama en azından buradan çıkmanın yeterli olacağını biliyorduk. Dönüp geldiğimiz kapıya doğru yürümeye başladık kasketle. Bu sırada da biraz hava su muhabbeti çevirdik ki çevredekiler fazla da şüphelenmesin. Nitekim bizi temizlik için almaya gelen görevliler hala geliyorlardı, peşimizdelerdi ama neyse ki hızlanmıyorlardı. Takip mesafesini koruduklarına minnettardık biz de. Kapıya vardığımızda hemen yanda bir Shaquille O’Neal’ın ucu ucuna geçebileceği bir kapı göründü hemen yanda. Tam bir otopark kapısıydı. Daha iyi olansa çıktığımız yerden kimsenin o kapıdan geçemeyeceğiydi. Koca gezegen bizim için çalışmış gibi hissediyorduk.

                 İkinci kata çıktığımızda koca gezegenin kimin için çalıştığına dair daha gerçekçi bir fikir oluşturmak üzereydim. Nitekim burada bulaşık telleri yoktu, burada bulaşık süngerleri vardı, yani süngerler. Her yer sırtı yeşil gövdesi sarı süngerlerden oluşuyordu. İki ayağı üzerine kalkmış sürüngen bir cihatçı gibiydi çoğu. Burada ne yaptıklarını kendileri bile biliyora benzemiyorlardı ama herkes aynı zamanda şimdi ne yapacağını biliyordu. Herkes işinde gücündeydi. Kocaman bir pazarın içine girdik kapıdan geçince. Muhtemelen aracını park edip giren süngerler evlerine giderken alışverişlerini yapsınlar ve yol üstü olsun diye ince düşünülmüş kapitalist bir dizaynın ürünüydü. Her taraf kocaman çakmaklarla küçücük sigaralar yakan orta yaşlı doluydu. Bu spesifik durum karşısında dilim tutuldu, çünkü bu tiplerle hiçbir zaman işleri iyi yürütemedim. En fazla zarar yapmadan kapatabiliyordum. “kasket burası senin uzmanlık alanına benziyor, bu tiplerle ben başarılı olamıyorum” deyip kaskete döndüğümde yüzüne yayılmış inanılmaz derecede gevrek olan gülüşü görünce biraz rahatladım ben de.

                Artık kaçaklar olduğumuz için bizi gideceğimiz yere götürecek kimse yoktu. Ayrıca biz de nereye gideceğimizi pek bilmiyorduk. Macera olsun diye İngiltere’den kalkıp Hindistan’a gitmiş üniversiteli gençler gibiydik, tek eksiğimiz heyecan ve hayranlıktı. Hindistan’a gitmiş bir gencin aksine biz etrafa hayranlıkla bakmıyorduk ne ben ne de kasket. Malum bir İngiliz gencinin olası açık ağzı ve öforik bakışlarının aksine ben daha çok “bunlar nasıl ayakta kalabildiler” şeklinde gelişen ve içinde biraz aşağılama çok daha az şaşkınlık içeren bir perspektifle izliyordum etrafı. Neyse ki aramızda bir İngiliz genci yoktu çünkü çok can sıkıcı olabilirdi şu anda.

    Süngerlerin Elektromanyetiği

                Etrafıma baktığımda olmaktan korktuğum yerde olduğumu anladım. Uzayın derinliklerinde, belki uzayın bile uzay dediği bir yerinde, Brezilya yapımı ucuz gangster filmlerindeki kovalamaların geçtiği; karma karışık, kaosun düzen, düzenin kaos haline geldiği, etraftaki tozdan kimsenin kimseyi göremediği ama yalnızca duyabildiği ve ucuza kaçmak için tamamının üzerini tek bir bez parçasının örttüğü bir pazardaydım. Etrafıma bakındığımda kimsenin neyin içinde olduğunu anlamadığını düşünüyordum ki bir anda dank etti kafama, herkes çoktan alışmıştı bu karmaşaya ve yine herkes sadece işini hemen bitirip buradan gitmek istiyordu. Bunu herkesin dümdüz sarı yüzlerinde görebilirdiniz. Yüzlerinin dümdüz ve sarı olması buranın Brezilya’yı andırmasından değil hepsinin sünger olmasındandı.

                Kaskete şimdi ne yapacağız demek için döndüğümde kendisinin egzotik meyvelerin büyüsünde tezgahtan tezgaha sürüklendiğini gördüm. Yargılamak üzereyken fark ettim ki yine yanılan bendim. Galakside hiçbir yerde bulamayacağımız meyveleri burada görme şansımız vardı. Bir an bu hayalin verdiği heyecanla ben de bir gözümü kaskette tutarak tezgahları gezmeye başladım. Bu işe başlamamla şaşkınlıkla ellerimi ilk bulduğum süngere daldırarak temizlemeye çalışmam arasında bir süngerin mısır gevreği yenmiş bir kaseden süt lekesini çıkarmasından bile daha kısa bir süre vardı. Herkes sadece kir satıyordu ve alıyordu. Neyin içinde olduğumuzu yine kavrayamamaya başlamıştım, halbuki tam da kavradığımı ve ortama karışmaya başladığımı düşünmeye başlamak üzereydim.

                Ellerimi daldırdığım sünger beni tokatlarken kendime geldim ve hemen özür dileyerek kaskete ulaşmaya çalıştım ama lanet herif bunun bile deneysel olabileceğini düşündüğü için bütün dikkatini tezgahlara vermiş beni duymuyordu. Yanına gittiğimde “kire ve toza bu kadar meraklıysan bu iş bittiğinde evimi temizlemen benim için hiç sorun olmaz” dedim ve lafı gediğine oturtmuş birisi gibi pozumu veriyordum. Her şey, kasketin beni duymamış olması dışında, kontrolüm altına geri geliyor gibi hissetmiştim. Ama gelmemişti. Kasket bana aldırmamıştı ve ben çevreme baktığım her saniye sofistike düşünceler yaratmaya çalışarak kirlerden uzağa çekilmeye çalışıyordum ki bu imkansızdı çünkü her yerdeydi kirler. Kir derken aklınıza gelen herhangi bir şeyi kastediyorum: kahve lekesi, ağız kenarında kalan reçel, kullanılmış araba lastiği…

                Ne yapacağımı anlamaya çalışırken bir süngerin bana yaklaştığını fark ettim. Biliyorum pazardayken kimse size yaklaşmıyor ve sadece sizi geçmeye çalışıyordur ama eminim bu sünger bana yaklaşıyordu. Yol vermeye çalıştığımda açtığım yolu kullanmak yerine karşıma dikildiğinde anlamıştım bunu.

-          Kaybolmuşa benziyorsun delikanlı? Buralara yabancı olduğunu farz ediyorum, nereye gitmeye çalışıyorsun?

-          Ehh.. evet beyefendi turistim ben. Kirin çiğ çiğ yendiği ve temizliğin asla sağlanamadığı bu paradoksal gezegenin övgüsünü intergalaktik arkadaşlarım ağızlarından düşürmüyordu ben de ziyaret etmeye karar verdim ama burası beklediğimden çok daha karışık. Benim de kafamın içi atmosferle uyum sağlayarak karışmış durumda.

-          Hmm.. intergalaktik ünümüz sadece temizlik konusundadır sanıyordum. Demek kültürümüz de yayılmış yaptığımız işlerin yanında.

-          Ne.. ah tabi evet.. ee buralarda acaba bir şeyler içebileceğim bir yer var mı? Anlarsınız ya intergalaktik varlıkların takıldığı ve ağzımı ıslatabileceğim bir yer.

-          Ağzını nerede ıslatabileceğini çok iyi biliyorum. İyi dinle, tam karşı istikamette 200 250 metre ilerledikten sonra solunda bir cami kalacak, o camiden sonraki ilk sola gir ve 100 metre kadar daha ilerle, koskoca bir şey görmen gerekiyor.. şey.. çorba kasesinin dibini süpüren bir sünger, orada ağzını gerçekten çok iyi ıslatabilirsin.

-          Çorbacı mı tarif ettiğiniz yer?

-          Evet evet çorbacı.

-          Merak ediyorum da.. acaba mercimek çorbası bulabilir miyim orada?

-          Hmm emin değilim ben her gidişimde menüye bile bakmadan kuma dökülmüş petrol çorbası içerim. Oranın spesiyalidir diyebiliriz. Eminim başka bir şey istersen de yardımcı olacaklardır sana genç adam. Şimdi müsaadenle pazarı üçüncü kez hiçbir şey almadan turlayıp neyin en ucuz ve iyisinin nerde olduğunu aklımda tutmam ve alışverişimi tamamlamam gerekiyor.

-          Tabi efendim, teşekkür ederim. Bol şans.

Adamın tarif ettiği çorbacının yerini aklıma yerleştirmeye çalışırken kasketi buldum ve çektim nihayet. Multitask becerimi geri kazanmışım diyerek kendi kendime buraya artık adapte olduğumu ve daha fazla paniklememe gerek olmadığını tekrar ediyordum, kendimi inandırmak için. Nitekim pek de kolay olmuyordu bu iş. Bulaşık tellerinin ardından şimdi de süngerlerin mahallesine gelmiş olmak beni gerçekten çok yoruyordu şayet böyle fazlasıyla öngörülebilir şaka gibi olaylar her zaman ısıtılmış çeliğe dönüştürürdü sinirlerimi, erir ve yapısını kaybeder. Bir elimle kasketi sürüklerken diğer yandan sakin bir köşe bulmaya çalışıyordum ama bu pek kolay değildi çünkü bir yandan da çorbacının yerini zihnime hala kazıyamamıştım, onu sürekli orada tutmam gerekiyordu. Yeni yapıştırılmış bir karton poster gibi, yapıştırıcı etkisini gösterene kadar elimle bastırmalıydım.

Çorbacı olarak tanımladığımız yere gelince etrafa bakarak “burası bir bar olmalı” dedim. Kasket de bana katılarak “öyleyse birer corona içmenin zamanı geldi” dedi ve bara doğru ilerledi. Tek sorun barda herhangi bir fıçının olmayışıydı. Barmen tam bir barmene benziyordu, son görüştüğüm barmenin delici bakışlarını bile sezdim karşımdakinde. İçecek ne olduğunu sorduğumda bizi önce şöyle bir süzüp:

-          Çorbalarımızı saymak isterdim ama her yabancı gibi siz de ilgilenmiyorsunuz sanırım.

-          Evet muhtemelen, lıkır lıkır içebileceğimiz bir şey var mı, hani bilirsiniz, tokluk hissi yaratan değil de açlığı nötr seviyede tutup ağız tadı verenlerden.

-          Tabi, bira adı verilen ithal bir ürünümüz var, ucuz et ve yahni ilişkisini düşünürsek pek verimli olduğunu söyleyemem fakat tam tarif ettiğiniz şeydir.

-          Şahane, birer bira alalım biz.

Biralar geldiğinde artık plan yapmamız gerektiği konusunda fikir birliğine varmıştık. Ancak gelen biralar dikkatimizi paramparça etmeye yetti, hayatımda hiç bu kadar iyi köpük görmemiştim. Köpüğün yoğunluğu da seviyesi de harikaydı, bardağın üstüne birkaç santim kadar çıkıyordu bile. Ağzım açık bir şekilde içinde bulunduğumuz krizi unutarak barmene köpüğün sırrını sordum. Sormamam gerektiğini biliyordum, şayet açıklaması iştahımı biraz kaçırmıştı. Sırrı fıçıya sıktıkları bulaşık deterjanıydı. Gelenekleri olarak bütün ithal şeyleri bir şekilde bulaşık deterjanıyla birleştiriyorlarmış. Temizlemek için… benim mide asidim temizlemek için yeterliydi ama bunu söyleme gereği duymayarak işime döndüm. 

Kasketle ne yapacağımızı planlamaya çalışıyorduk. Endüstriyel bir reklam ürününden farkı olmayan biramdan yudum alıp kaskete bu yer hakkında ne bildiğini sordum. Bu soruyu da sormamam gerektiğini bilmiyordum aslında. Açıklamaları beni ümitsizliğe sürüklemişti. Gezegenin aslında hiyerarşik bir apartman olduğunu söyledi. İlk girdiğimiz yerin ne olduğunu anlamıştık zaten, şimdi de muhtemelen işinde gücündeki halkın yaşadığı katlardan ilkindeydik. Bu katlar iki taneydi. İkisinin de en güçlü kesimi tüccarlardı, sadece üst kattakiler Kayserili tüccarlardı. Bu durumda bir üst kata daha çıkmak çok zor olmayacaktı ama önemli olan hedefimizin nerede olduğuydu ve bu da son kattı. Son katta yaşayan süngerler halkın tüm işgücünden faydalanıp onlara çok azını veren tiranlardı tabi ki. Halka sadece vaatlerde bulunuyorlar ama onlara asla gerçek bir şey vermiyorlardı. Herkes gözünü ölüm gününe dikmiş ve öldükten sonra ödüllerini alacakları hayaliyle ümitsizce çalışıyordu. En üst kattaki hedefimizle aramızdaysa sadece yönetici sınıfı kalıyordu. Orta çağdaki ruhban sınıfı da diyebiliriz bunlara. Halkın huzuru için onları yönetiyormuş gibi yapıp vergi adını verdikleri soygunu gerçekleştirerek lüks hayatları için gerekli olanları alıp kendilerinden üst kattakilere haraç verircesine ödeme yapıp itaat ediyorlardı. Robin Hood bu tabloyu görse adını değiştirirdi. Fakirden alıp zengine veriyorlardı. Bu sırada kendileri de zenginleşmeyi unutmuyorlardı.

Bir üst kata geçmenin çok zor olmayacağını biliyorduk ama tam olarak nasıl yapacağımızı bilmiyorduk. Kaskete taş kağıt makasta yenilince bilgi alma işi yine başıma kalmıştı, bu sefer çok da gönüllü değildim şayet. Kasket çıkıp hava alacağını söyledi ve beni barmenle ve barda oturan diğerleriyle baş başa bıraktı. Ben de bu sırada en klişe tekniğe başvurmaya karar vermiştim. Yani aklıma ilk gelen tekniğe; barda mahvolmuş izlenimi yaratarak oturacak ve üst üste sipariş verecektim. Yer yer sert bir şeyler sorup olmadığını öğrendiğimde içimden şükrederken dışımdan lanetler savuracaktım. Bu sayede çevredekilerin dikkatini çekebilirdim. Gereken dikkati topladığımdaysa ne olacağı çok netti. Bilgi sahibi olan kişi, çektiğim acıdan ve aynı ortamda bulunmak zorunda oluşumuzdan rahatsız olarak buna son vermek isteyecekti. Nitekim öyle oldu:

-          Canın sıkkına benziyor delikanlı, neyin var?

-          Hmmaa.. çok haklısınız beyefendi. Canım gerçekten sıkkın.

-          Problem nedir? Belki çözebilmene yardımcı olurum.

-          Sorun şu ki, az önce kalkan arkadaşım, ait olduğum yere, dostlarımın yanına, ailemin yanına ve buzdolabıma gidiş biletimdi. Üst katta yaşıyorum. Ama bildiğiniz gibi üst kata ellerim cebimde yürüyerek çıkamam.

-          Evet, yürüyerek çıkamazsın. Asansörü kullanman gerekli.

-          Asansör mü?

-          Üst katta yaşadığına emin misin? Daha asansörü bilmiyorsun.

-          Ee.. haklısınız, asansörü çok kez duymuş olmama rağmen hiç öğrenme becerisini göstermedim. Şöyle ki, muhtemelen anlamışsınızdır da, biraz korunması bir aileden gelen kapalı kalmış ve şımartılmış bir çocuk olarak, böyle olan hepsi gibi, dış dünyadan pek haberim yoktur.

-          Peki şimdi neden dış dünyadasın?

-          Hemen açıklayayım. 3 sene önce.. iç dünyada çok sıkıldığımda dış dünyaya çıkmanın yollarını aramaya başladım ve gazeteciliğin bunun için biçilmiş kaftan olduğunu öğrendim. Dışarıda tamamen güvende ve yerellerden bile daha fazla hakka sahip bir şekilde gezerken bunun için para alacaktım ve tek yapmam gereken konuşmak, sorular sormak, öğrenmekti.

-          Sonra ne oldu?

-          Sonraysa gereken eğitimi almaya başladım. Eğitimim geçen ay bitti. İlk görevime geldim. Ama yanlış yere geldiğimi öğrendim. Bu sırada da soyuldum. Ancak az önce kalkan kişi beni kimin soyduğunu biliyordu. Sadece küçük bir tartışmadan dolayı kalktı ve gitti.

-          Ne üzerineydi tartışmanız?

-          Tütünler hakkındaydı. Tütünün kuru mu yaş mı olması gerektiğiyle ilgili. Konu uzayınca işleri freuda kadar uzatıp fallik sembolü olan sigarayla içeriğini karşılaştırmaya başlamıştım. Tam da ‘yaş tütün fallikte kıvamsızlığın sembolüdür’ demek üzereydim ki kalktı. Sanırım ne diyeceğimi anladı ve daha ben demeden kırıldı… bir hırsızın bu kadar alıngan olabileceğini nereden bilebilirdim.

-          Gerçekten yazık olmuş. Yani hem psikolojiyle ilgileniyorsun hem de acemi bir gazetecisin ve soyuldun, öyle mi?

-          Aynen öyle efendim.

-          Peki bana hikayemi sormayacak mısın?

Tam bu anda sıçtığımı düşündüm. Şayet adam işi uzatmaya meyilliydi ama ben bir an önce hallolması için dört gözle bekliyordum. Şimdiyse adamın hayatını öğrenmem ve üzerine bir yazı yazacağıma söz vermem gerekiyordu. Belki bu sırada şu asansör hakkında da bilgi alabilirim, diye düşündüm.

-          Büyük bir zevkle, belki de elim boş dönmemiş olurum. Ne zamandır buraya geliyorsunuz?

-          58 yıllık hayatımın son 27 yılını düzenli olarak buraya gelmekle geçirdim.

-          Vay canına, 27 yıl biraz uzun bir süre. İlk geldiğiniz günü hatırlıyor musunuz?

-          Tabi ki, hiç aklımdan çıkmaz. O gün kariyerimin zirvesine ulaşmıştım. Bir avukattım o zamanlar. Herkesin tabu gözüyle baktığı bir davam vardı elimde. Ben bile ümitsiz vaka olarak görmeye başlamıştım ama elimden geleni yapıyordum anlarsınız ya. Duruşmadan önceki gece bir rüya gördüm. Rüyada davayla ilgili herkes bir bahçede oturuyordu ve üzerimizde uçan beyaz bir güvercin vardı. Herkes güvercini çağırıyor, kendisine gelmesi için çabalıyordu. Bense davayla ilgili belgeleri gözden geçiriyordum ve güvercin ansızın gelip belgelerin üstünde durdu ve gagalamaya başladı. Yiyecek bir şey arıyor gibiydi. Herkes talih kuşunun başıma konduğuna inandı, ben de inandım. Ertesi gün duruşma saati geldiğinde kendimden gayet emindim. Duruşmaya çıktım ve hukuk tarihine adımı altın harflerle kazıdım. Muhalif bir grubun hükümet karşısında kazandığı davanın başrolü olmuştum. Sonra da kutlamaya buraya geldik, kral gibiydim o gün, herkes benimle konuşmak için can atıyordu, kadınlar sıra olmuştu, bense zaferimin tadını içtiğim bu birayla çıkarıyordum.

-          Sonra ne oldu?

-          Sonrasında olanlar beni 27 yıl buraya hapsetti, o kadar çok içmiştim ki hesabını tutamıyorlardı. Sarhoşluğun verdiği gereksizlikle kadeh kaldırıp herkese şunları söyledim ‘bugün burada harika zaferimi kutlamak için toplanan herkese teşekkür ederim, ama, bilmeniz gereken bir şey var. Hepinizi toplasak bir ben yapmazsınız, çünkü o davayı kazanan bendim, tek başıma çıktım ve imkansız denilen davayı kazandım.’

-          Hmmm, dedim içimden hikayenin ne kadar çerez olduğunu düşünerek. Düşünsenize netflix’in dahi üretmeyi reddeceği bir projeydi bu.

-          Bu söylediklerimi duyan herkes içkisini ya suratıma fırlatarak ya da önce hepsini içip sonra yüzüme tükürerek kapıdan dışarı çıktılar. Dostlarım, sevgililerim vardı o kalabalıkta. Hepsi de gitti.  

-          Gerçekten üzücü ama şaşırtıcı olmayan bir olaymış. Peki ya hayatınız avukat olmadan önce neye benziyordu, neyle uğraşıyordunuz.

-          Öğrenciydim. 7 yaşımdan avukat olduğum yaşıma kadar öğrenciydim. Hukuk okulundan mezun olunca bütün ömrüm boyunca beklediğim işe başladım. Nihayet avukattım ama ilk başlarda çok ucuz bir avukattım tabi. Her avukat gibi ben de zamanla yükseldim, zirvemi biraz erken yapmıştım ama kapanışımı daha da erken yapmıştım. Tek tesellimse zirvede bırakmış olmam.

-          Peki bütün hayatınızı bu katta mı geçirdiniz yoksa seyahatleriniz oldu mu?

-          Tabi ki seyahatlerim oldu. Bazı davalar için üst kata çıkmam gerektiği olduğu gibi bazı davalar için de alt kata inmem gerekirdi, tabi ikinciler avukatlık kariyerimin yeni başladığı zamanlardı, tahmin edersiniz ki.

-          Peki üst kata nasıl çıkıyordunuz? Hangi makamlar size yardımcı oluyordu?

-          Ara kat ısıtıcıları gerekli belgeleri sağlarlardı bana, üst mercilerden aldıkları belgeleri bana ulaştırarak. Ben de belgelerimi alıp asansöre binerdim. İşin komik yanı, bir avukat olarak sırf buradan bile milyonlar yapabilirdim, şu ki belgelerimi asla kontrol etmediler. Tabii bir süre sonra herkes göz aşinalığı kazanmaya başladı ama öncesinde de yalnızca takım elbisemin temizliği tek kritermiş gibi gelirdi bana.

-          Anladım efend…

-          Sanırım bu düşüncemin sebebi de zıttına koşarak kendisini bastırmaya çalıştığım anarşist alter egomun bazen konuşmaya fırsat bulabilmesiydi çünkü aslında asla bir anarşist değildim ama sistemin takım elbiseye olan itaati beni gerçekten kışkırtmaya yeten birkaç materyalden birisiydi. Canım takım elbiseden bahsediyorum, bir takım elbise zaten öncelikle ne kadar farklı olabilirdi ki daha sonra da herkes bir takım elbise elde edebilirdi. Demek istediğim bunun neresi bir kriter asla anlayamadım, haksız mıyım?

-          ..

-          Aa, yakışıklı kaybolmuş, sanırım hikayemi yayınlamak için daha fazla dayanamadı. Düşünün, -iki eliyle manşeti açar gibi yaparak- “işte o hukuk devini deviren alter egosu!” manşetini kim okumak istemezdi. Eh çocuk da devrilen bir devden kendini devleştirerek faydalanacaktı.. batan geminin malları tabi.. şefim!! Bana bir buçuk izmarit çorbası yollar mısın buzlu olsun.

Sonunda almam gereken bilgiyi aldığım için büyük bir rahatlama edinmiştim. O kadar rahatlamıştım ki moruğun alter egosuyla ilgili olan monoloğunu bile değerlendirmeye vakit ayırmak istemeyip hemen kasketi bulmayı aklıma koymuş bir şekilde çorbacıdan çıkıp taksi çevirir gibi yapmıştım. Tabi taksi çevirememiştim, nitekim burada taksi var gibi görünmüyordu ayrıca nereye gideceğimi de pek bilmiyordum ve son olarak sanırım yerel para edinmem gerekiyordu biraz, çünkü daha kaç birayı mekana takıp kaçabilirim bilmiyorum.

Kasketi bulduğumda ananası andıran bir kir parçası için pazarlık yapıyordu. Selam verip bir sigara yaktım ve pazarlığını bitirmesini bekledim. Nitekim bildiğim tek bir şey varsa o da pazarlığın gerçekten uzun süreceğiydi. Tıpkı çok iyi yapılmış bir künefeden bir çatal aldığınızda o lokma sizin midenize gidene kadar sünen peynir gibi sünecekti pazarlık. Çünkü kasketin amacı bir şey almaktan ziyade pazarlık yapmaktı. Kendisi ultra gelişmiş bir ırka dönüştüğü için, uzaylar arası seyahat ve deneyimleri sayesinde, bu tip ince hesapları bıraktığını ve sadece sürecin kendisinden haz aldığını söyler hep.

Nihayet pazarlık bittiğinde beklendiği üzere kasket hiçbir şey almamış sadece pazarlık yapmıştı ve yüzünde gevrek bir gülümsemeyle yanıma gelmiş ne öğrendiğimi soruyordu. Sigaramı söndürüp öğrendiklerimi anlattığımda biraz afalladı çünkü fazla kolay olmuştu.

-          Fazla kolay olmamış mı sence de bu işin içinde bir bit yeniği çıkmasın?

-          Açıkçası bir bit yeniği olduğunu sanmıyorum şayet konuştuğum adam gerçekten ümitsiz bir vakaydı ve herhangi biri için çalışabilmek için de fazla hüzünlüydü.

-          Ama hüzünlüyse birilerine çalışmak için en uygun kıvamdadır.

-          Biliyorum ama hüznü daha çok ailesinden fazla ilgi gördüğü için ergenliğini hüzünlü geçiren bir çocuk kadar makuldü. Bu yüzden kimsenin ona iş vereceğini sanmıyorum. Gizemli bir şekilde hukuk tarihine adını altın harflerle yazdırdıktan sonra şansı bir daha ne zaman yaver gider kestiremiyorum bile.

-          Sen öyle diyorsan reis.. şanslıyız ki siyah giyen adamları sevdiğimiz için her göreve takım elbiseyle gidiyoruz. Yapmamız gereken tek şey asansörün yerini bulmak, değil mi?

-          Ben de aynı planı düşünüyorum. Asansörü bulur, kendimizden emin bir şekilde gireriz, gerekirse hukuk işleri için olduğunu da söyleyebiliriz. Ve nihayet bir üst katta oluruz. Hatta mümkünse bir üst kata daha çıkmayı da deneyebiliriz. Böylece zahmetin büyük bir kısmından kurtuluruz.

-          Baya mantıklı konuştun. Zaten son kata gidebilmek için muhtemelen ya hükümeti devirmeliyiz ya da savaş çıkartıp kargaşadan faydalanmalıyız.

-          Peki asansörü nereden bulacağımız hakkında bir fikrin var mı?

-          Hmm şöyle bir düşünelim. Asansör dediğimiz bizi üst kata çıkaracaksa ve üst kat fiziksel anlamda bir üst kat ise, ki ben öyle olduğuna inanıyorum, gökyüzüyle teması olan bir yer olması gerekiyor.

-          Öyleyse yüksek bir yere çıkıp görebildiğimiz en yüksek yere gidelim, orası asansör değilse de oradan görebildiğimiz en yüksek yere gideriz.

-          Aynen öyle, şurada bir tepe var gibi, çöp yığını da olabilir.

-          Çöp yığınına girmeyelim lütfen, pazaryerini gördükten sonra çöplüklerini hayal bile edemiyorum.

-          Bir şans verelim dediğin kadar kötüyse zaten kokusundan dahi yaklaşamayız.

-          Peki öyle olsun.

Böylece yürümeye başlamıştık. Çöp yığını olduğunu düşündüğüm ama ümidimi yitirmemek için hurdalık da olabileceğine kendimi inandırmaya çalıştığım yere doğru yürüyorduk. Yürürken kasketle lafa dalmak istedik biraz, ama bu kargaşadan sonra ne konuşacağımızı kestiremiyorduk. Bir süre etrafa bakındıktan sonra gönülsüzce de olsa başladım:

-          Fazlasıyla absürt bir gezegene benziyor burası.

-          Absürt olduğuna katılıyorum ama fazlasıyla mı emin değilim.

-          Hmm.. şöyle bir bakınca sadece apartman şeklinde olması yeterli gibi

-          Aslına bakarsan bu gezegenle ilgili en normal bulduğum şey bu olabilir, nitekim düşününce aslında dünya da bir kaplumbağa gibi, sadece kafasını çıkartabileceği bir yeri olmayan bir çekirdek bu kaplumbağa.

-          Hiç böyle düşünmemiştim, ama sanırım son hava bükücünün ardındaki beyin de seninle hemfikir, orda da kaplumbağalar bütün işlerin temelinde gibi bir şeydi.

-          Yalnız gerçekten absürt olan bir şey varsa bu gezegende kimsenin kaslı olmaması olabilir. Hiç kimsenin bir tane süngerin bile kası var gibi görünmüyordu, anlıyorum süngerler kassız canlılar olabilirler fakat öyleyse bu koca gezegende kas gücü gerektiren işleri kim yapıyor, işte bunu anlayamıyorum

-          Haklı olabilirsin, belki cevabını almak için karşıya bakmayı deneyebilirsin, şu koca elektronikler nasıl hareket ediyor?

Bu kısa konuşma bizi hedefimize getirmişti ve karşımızda yine anlam veremediğimiz şeyler vuku buluyordu. Biraz durup izlemeye karar verdik; ve izledikçe anlamaya başladık ikimiz de. Süngerler, sanırım süngersi sinirlerinin getirdiği esneklik sayesinde, telepatiyle kaldırıyorlardı eşyaları ve bazılarının, sanırım bunlar rütbeli olanlar oluyordu, kafalarından patlamak üzere şişen sinirlerini görmek işten bile değildi, tabi uçan objelerden dikkatinizi çekebilirseniz. Bizi fark ettiklerini fark ettiğimizde planımız hazırdı neyse ki. Bütün ciddiyetimizle gittik ve konuşmayı bu kez kasket yaptı, uzun zamandır heyecanla beklediği tamir ustası uzak doğulu eski dövüşçü rolünü oynamak istiyordu.

-          Merhaba erkek ve kız kardeşlerim, bir soru için biraz vaktinizi çalmamız mümkün mü?

-          Ne istiyorsun genç görünümlü moruk, görmüyor musun meşgulüz?

-          Evet yakışıklı ben de meşgul olduğunuzu gördüğüm için sordum, aksi takdirde hemen sormak istediğim soruyu yağdırırdım üzerinize, şayet çalışan ve ter döken işçiler olmadığınızı fark etseydim size ne kardeş der ne de size selam vermeye yeltenirdim, sadece cevapları alır giderdim.

-          Cevapları almanın kolay olduğunu mu sanıyorsun, burada gördüklerin gezegenin en sağlam sinirli süngerleri, farkında değilsin sanırım.

-          Patlamak üzere olan sinirleriniz kafanızın hemen yanından bunu anlatıyor bana, evet.

-          Her neyse ne öğrenmek istiyorsun yeterince vakit çaldın bile.

-          Ehmm evet delikanlı, eğer bize asansörün yerini söyleme nezaketinde bulunursan gerçekten memnun kalırız, biz, iki gezgin.

-          Asansör mü? Asansöre gidecekseniz zaten yerini bilmeniz gerekmiyor mu?

-          Evet ama görüyorsun ihtiyarlık insanın hafızasını biraz tozlandırıp bulandırabiliyor, emin olamadığımız için en son aklımızdaki yere gitmeye yeltenmiştik, orası da burası çıktı.

-          İhtiyarlık mı, ikinizin yaşının toplamı benim yaşımı bile geçemez moruk ne diyosun sen.

-          Dostum seni galaksiler arası ırklar ve onların nasıl yaşlandıkları hakkında bilgi sahibi olmadığın için kınayamam, ama önyargılarını yıkabilirim en azından.

-          Söylesene kaç yaşındasın?

-          Bir hayat döngümün %84ünü tamamladığımı söyleyebilirim.

-          Ne yani 84 yaşında mısın?

-          Genç dostum, gerçekten göründüğünden daha aptalsın, hayat döngüsü 364 yıl 6 ay süren bir ırka tabiiyim ben. Gördüğün gibi yaşımızı hesaplamak biraz zaman aldığı için bunun yerine yüzde hesabı yapıyoruz. Böylece her şey netlik kazanıyor.

-          Vay canına ihtiyar gerçekten ihtiyarmışsın şöyle bi 400 500 yaşında gibisin anlattıklarına  bakılırsa.

-          ..

-          Her neyse size asansörü gösterebilirim, ama biliyorsunuz binmek için gerekli belgeleriniz yoksa sizi almayacaklardır.

-          Tabi ki, biliyoruz, aynı zamanda asansörü bekleyen arkadaşları da tanıdığımız için onlar da bizi biliyor.

-          Tamam öyleyse, bu hurdalığın içinden dümdüz geçin, hiçbir yere dönmeden, çıkınca da saat 2 yönüne yüzünüzü dönüp ilerleyin.

-          Harika, tek bir şey sormam gerek, saat 2 yönü kaç saatlik bir dilim için geçerli, bir gününüz kaç saat acaba?

-          12 saat burada bir gün.

-          Öyleyse harika, kasketle göz göze geldik ve sorması gerektiğini bildiği şeyi sordu, ACABA diyorum son soru daha cevaplamak ister misin bu ihtiyarın hatrına?

-          Nedir o?

-          Gerçekten beyin gücünüzle mi hareket ettiriyorsunuz onları?

-          Beyin mi?

-          Teşekkür ederim arkadaşım, sana harika bir gün diliyorum.

-          ?!!

Böylece asansörün yerini de öğrenmiş sayılırdık. Süngerlerin beyinleriyle hareket ettirmiyor olmaları yine de çok kafa karıştırıcıydı. Öyleyse neden sinirleri patlamak üzere gibiydi ve eşyalar hiçbir şeye değmeden hareket ediyorlardı, hadi elektromanyetik kullanıyor olsunlar, hala süngerlerin sinirlerini açıklamıyordu bu. Ah işte bu, süngerler elektromanyetik alanı kontrol ediyorlardı, bunu da beyinleriyle değil de içgüdüleriyle yaptıkları için kendileri bile ne yaptıklarından habersizdi. İşte verimli bilinçsizlik diye buna derim ben.

Biz de bu sırada bilinçsizliklerimizin hepsinin verimli olmasını dileyerek kasketle asansöre doğru yola koyulmuştuk. Bu seyahat ikimizi de o kadar çok yıpratmıştı ki, nispeten kasketin daha az yıprandığını söylemek bile anlamsızdı çünkü hala çok yıpranmış oluyordu. Asansöre vardığımızda asansörü kimsenin beklemediği izlenimine kapıldık ama bozuntuya vermemeliydik hiçbir şeyi. Bu yüzden yukarı düğmesine basıp asansörü beklemeye başladık. Gel gelelim biz asansörü beklerken birileri yaklaşmaya başlamıştı, ilk başta bizi dara sokacak insanların onlar olduğunu düşünmüştüm, daha sonra onların da bizim gibi asansör yolcusu olduğunu düşündüm ve en son yanımızdan geçip giderlerken sadece oradan geçen insanlar olduklarını fark ettim.

Çok geçmeden asansör gelmişti. Bin atlı çocuklar gibi şen bir şekilde kapının açılmasını bekliyorduk. Kapı açıldı ve bütün neşemiz kapının ardında bir kara delik varmış da onun tarafından sönümleniyormuşçasına yok oldu, nereye gittiğini ne biz ne de bilim insanları biliyordu. Ama neden gittiğini hepimiz biliyorduk. Sebebi asansörün içinden çıkan ajan Smith görünümlü ajan süngerdi. Neşemizin yok olmuş olması en azından bu noktada işimize yarardı çünkü birinin şüphesini çekmemenin en iyi yolu onun gibi olmaktı ve bu ajan süngerde de neşesini daha yeni bir kara deliğe kaptırmış havası vardı. Hiçbir şey demeden bindik ve üzerinde 2 yazan düğmeye basıp beklemeye başladık. Neyse ki ajan tam da umduğumuz gibi hiçbir pürüz yaratacak gibi görünmüyordu. Beklediğimizden uzun süren yolculuk sırasında bir telefon çalma sesi duyuldu, benim telefonum olamazdı nitekim burada şebeke yoktu, kasket de telefon kullanmadığına göre sanırım ajanın bu telefon diye düşündüm. Ajan telefonu açtığında sanki neşesini sönümleyen kara deliğin diğer ucuna geçmiş gibi keyiflendi bir anda, arayan küçük kızıydı. Neşe dolu konuşmalarını dinledikten sonra durağımız geldiğinde inmek üzereydik ki kulaklarım son zamanlarda duyduğu en nitelikli şeyleri duydu, babası tam olarak 42 dakika sonra mesaisini bitirecekti, ve başka bir ajan yerini alacaktı. Ajanın adına şükürler olsun ki kızına kavuşacaktı ve bizim adımıza şükürler olsun ki 43. Dakikada asansöre tekrar biniyor olacaktık.

Bu sırada bulunduğumuz katı incelemek fena bir fikir gibi gelmemişti ilk başta. Sadece küçük bir problemimiz vardı ki o da bu katın hemen hemen aynı olmasıydı, her şeyin daha pahalı görünmesi haricinde. Biraz etrafı kolaçan ettikten sonra gerçekten kayda değer bir şey olmadığında hemfikir olup kasketle konuşmaya başladık, bana bu vasat hiyerarşi perspektifinden ne kadar sıkıldığından bahsediyordu:

-          Dostum gerçekten de bu gezegen gördüğüm en sıkıcı gezegen olabilir, tutkusu olan bir canlıya bile rastlamadım

-          Evet evet sanki herkes sadece yapmak zorunda olduklarını yapmak için yaşıyor gibi

-          Tabula rasa fikrini getirdi aklıma bu durum, yalnızca burada işler tam tersiydi, yani levha boş değil de belli başlı zorundalıklar yazıyordu üstünde ve herhangi bir şey ekleyip çıkaramıyorsun.

-          Acaba herkes aynı zorundalıklar altında yaşıyorsa hiyerarşiyi ne belirliyor, neticede çok kompleks bir yaşamları olmadığına göre başardıklarına göre bireyleri sıralamak imkansızlaşabilir.

-          Sanırım yaşı kullanıyorlar bunun için, birkaç örneğini daha görmüştüm galaksinin köhne köşelerinde, kim daha önce doğmuşsa o daha çok saygı görüyor ve onun dediği oluyordu.

-          Hmm, haklı olabilirsin benzer mekanizmaları dünyada da görmüştüm, genellikle ilkel kommünlerde rastlanıyor ama istisnalar kaideyi bozacak kadar çoğalıyordu içerde. Acaba burada kaideyi ne koruyor, istisnalar neden çıkmıyor?

-          Belki de en baştan yanlış bir sistemin içindedirler, böyle olunca istisnalar kendini imha eder her zaman, tıpkı tek kişilik azınlıkların deli olarak nitelendirilmesi gibi.

-          Öyleyse biraz daha yukarı çıktığımızda bunu anlarız, değilse de anlarız.

-          Onu bunu bırak da sen benimle ne zaman kafa yaşayacaksın onu söyle, çok uzun zaman oldu şöyle bi oturup pipo höpürdetmeyeli.

-          İşler bu hızla gelişiyor olursa, ödülümüzü kullanacağım ilk konu bu olacak, dönüş yolunda takılmaktan fazla da zarar gelmez sanırım neticede trafik yok.

Bu haydan gelip huya giden konuşmanın ardından vaktimizin geldiğini görüp asansöre geri dönmek için yola çıktık. Tek problem, ilerleyen katlarda bizi nelerin beklediğini bilmiyorduk. Önümüzde iki kat daha olduğunu biliyorduk; ama bu iki katın sosyokültürel yapısından tutun yaşayanlarının neye benzediğine kadar hiçbir konuda fikrimiz yoktu. Gidelim görelim fikrini her zaman çok benimsemişimdir ama bulunduğumuz noktada bu fikri fazla benimsemiş olduğumu düşünüyordum. Şayet bir düşünsenize, galakside tanrının unuttuğu bir yerde asansörle üst katlara çıkmaya çalıştığımız bir gezegende kaçak bir şekilde geziyorduk. Bu noktada gidip görmeye kalktığınız şeylerin suratınıza okkalı bir kroşe indirmesi işten bile değil. Tam da bu noktada bu fikrin getirebileceği zararları fark etmeye başlamıştım. Nitekim hayat da size böyle kroşeler çıkartabilirdi, yalnızca dümdüz bir suratın ağrısı değil çökmekte olan libidonun karıncalanmasını hissediyor olurdunuz böyle bir durumda. Bu gezide kaç kez daha yeniden doğmam gerekecek acaba diye karamsarca düşünürken asansöre gelmiş ve yine o kutsal düğmeye basmıştık.

    Orwell was right        

                Bu sefer de asansör maceramızın çok kolay olacağını sanıyorduk ama işler pek de umduğumuz gibi gitmedi; sanki bir bilim kurgunun içindeymişiz gibi şanssızlıklar ve anormal vaziyetler yakamızı bırakmıyorlardı. Asansöre bindiğimizde önce kararlaştırdığımız gibi iki kat birden çıkmak için düğmeye bastık fakat bu kez güvenlik görevlisinin dikkatini çeken bir şey yapmıştık. Kaskete baktığımda sigara paketini gömleğinin ön cebine koyduğunu gördüm ve inanın bana herhangi bir nitelik ve statü iddia eden hiç kimsenin yapmayacağı bir hareketti bu. Güvenlik görevlisi de biliyordu bunu, şüphesi uyanınca bizden belgelerimizi istedi. Biz de belgelerimizi gideceğimiz yerde unuttuğumuzu ve bunca zamandır anlayışlı görevliler sayesinde belgelerimiz olmadan da sorumluluklarını yerine getirebilip bu vatan için seferber bir şekilde çalışan vatandaşlar olduğumuzu söyledik.  Görevli biraz şüphelendi ve başka bir görevliyi aradı, bir süre konuştular ve fark ettiğimiz üzere bu sırada asansör de çalışmayı durdurmuştu. Küçük panik taneciklerinin içimde uyanmaya başladığını fark ettiğimde ne yapacağım konusunda biraz kararsızdım. Rüşvet veremezdim çünkü hem benim prensiplerime aykırıydı hem de burada rüşvetin tam nasıl işlediğinden emin değildim, bilirsiniz hangi miktarın hedefinizin ahlaki yapılanmasını es geçip çıkarlarıyla düşünmeye başlayacağına dair işleyen süreç.

                Görevli kimi aradı kimle konuştu hiçbir fikrimiz yoktu ama sanki tanıdık birini aramış gibiydi, devam etmemize karar verilmişti. Daha sonra öğrendiğim üzere bu meçhul muhterem aslında benim çorbacıda konuştuğum emekli avukatmış. Emeklilerden her zaman korkarım zaten, sağları solları asla belli olmayan ve deneyimlerinin fazlalığından dolayı biraz fazla şey bilen elleri kolları da fazla uzun tipler olurlar hep. Ne yapacakları asla belli olmaz.

                Asansörden inerken fark ettiğimiz durum şevkimizi biraz kırmıştı nitekim iki kat çıkmak yerine bir kat çıkmıştık ve şimdiye kadarki aşamaları gözden geçirdiğimizde şimdi bulunduğumuz yerin beyaz yaka katı olduğunu düşünüyordum. Her yerde plazalar, taksiler, koşuşturan çantalı süngerler ve süngerlerle ilgili fark ettiğim küçük bir detay bir anlığına da olsa görevimi unutturup beni neredeyse gülme krizine sokacaktı ki kasket bu krize girmişti bile çoktan. Süngerler kare pantolonlar giyiyorlardı. Şimdiye kadar en fazla şalvar giyen süngerler görmüştük fakat kare pantolonlar gerçekten harikaydı. İnsanın bir tane alası geliyordu çünkü hem pantolon resmiyetinde hem de şort rahatlığındaydı, insanı neşeyle doldurabilirdi böyle mükemmel bir karışım. Ortalıkta biraz dolaşıp insanlarla konuşmaya çalıştığımızda düşüncelerimiz, konuşmaya vakti olmayan, koşuşturan ve sürekli telefonda birilerine emirler yağdıran süngerlerce onaylanmıştı. Biz de bilgi almak için gidebileceğimiz yegane yerin civardaki geniş bir parkın görevlisi olabileceğini düşündük. İkimiz de New York’ta hiç yaşamamıştık ama eski kafalı ve konuşmayı seven birilerini nerede bulabileceğimizi filmlerden öğrenmiştik. Park bulamazsak da tenhada loş ışıklandırmaya sahip bir Harlem barına gitmeyi düşündük.

                Etrafta bir süre gezinerek parkı aradıktan sonra yorgun düşünce park bulamayacağımızı kabul edip bir bar bulmaya çalıştık. Çok da zor olmadı çünkü şehir yapılanması gerçekten akla ilk gelen fikirle yapılmıştı, girdiğimiz ilk sağ ve ikinci solda aradığımız barı bulmuştuk. Ve burası bir çorbacı değil gerçekten bir bardı, sanırım iş dünyasının hızı galaktik çaptaki globalleşmeyi de beraberinde getirmiş ve diğer kültürlerin rahatlama yöntemlerini denemeye karar vermişlerdi. Bu karar bizim girip bir şeyler içebilmemiz anlamına geliyordu.

                İçeri girince barın büyüklüğü ikimizi de şaşırttı. Gördüğüm en geniş bardı sanırım, barda 6 tane barmen altıgen şeklindeki barın her bir kenarına dağılmış çalışıyor, kokteyl hazırlayıp bira dolduruyorlardı. Barın içinde toplam üç farklı konsept bile gördüm, birisi dünyayı hatırlatmıştı bana, 70lerde zencilerin takılıp bira içip jazz yaptıkları barlar gibiydi; bir diğeri, gerçekten fütüristik görünüyordu, kabinler haline getirilmiş masalara oturduğunuzda dışardan tamamen izole bir şekilde keyfinize bakabiliyordunuz ve siparişinizi de elektronik sisteme kendiniz iletiyordunuz böylece garsonlarla da ‘uğraşmak’ zorunda kalmıyordunuz; üçüncüsü ise orta çağı anımsatmıştı bana, iri göğüslü sarışınların yöresel kıyafetler giyerek ve şarkı söyleyerek tahta bira bardaklarıyla servis yaptığı bir kelt barı gibiydi. Biz sakince gidip jazz dinlemeye oturduk kasketle, biralarımızı söylerken. Biralar geldiğinde tam olarak kaçıncı kez bilmediğimiz ne yapacağımızı bilmiyoruz durumuyla başa çıkmaya çalışıyorduk ve lezzetli bir bira gerçekten yardımcı oluyordu buna. Bu sefer nasıl bilgi toplayacağımızı düşünürken papaz görünümlü bir misyoner elinde broşürlerle ‘gerçek yöneticileri duyun tanıyın’ diye bağırarak geçti yanımızdan. Bir an için şaşırdık ama şaşırmaya fırsatımız olmadığını fark edip elemanı yanımıza çağırdık, bir bira söyledik ve öğrenmek için sormaya başladık. Talihsiz bir iyi polis kötü polis senaryosu dönmek üzereydi şayet iki kişi olduğunuzda her zaman birisi daha iyi veya birisi daha kötü olacağı için kaçınılmazdı bu.

                Kasket ‘gerçek yöneticiler de kim?’ diye sorarak kötü polis olacağını göstermeye çalışıyor gibiydi çünkü ben daha çocuğun adını öğrenmedik demek üzereydim kendimi tutmak için biramdan yudum alırken. Çocuk biraz şaşırmış bir şekilde ‘üst kattakilerden bahsediyorum, sürekli gürültüsünü çektiğimiz şamatacı şımarık çocuklar, gerçek yöneticiler bunlar’ dediğinde şaşırma sırası bize gelmişti. ‘Kusura bakma, yeni geldik kasabaya ve pek hakim değiliz neler olup bittiğine, iş için buradayız da, tam olarak kim bu üst kattakiler biraz daha basit ve açık anlatabilir misin?’ derken iyi polis olmayı kabul etmiştim bile. Çocuk bir paragraf dolusu konuştuğunda ikimizin de ağzı açık kalmıştı. Bazı kelime grupları aklımdan çıkmıyordu nitekim biraz travmatik bir durumdu, bu kelime grupları da ‘yılan başlı yüzükler, beyaz kıyafetler, evler ve arabalar, uzunlar uzunu sakallar ve hadsiz lüksün arkasından gelen merhamet iddiasının sesleri’ şeklinde sıralanıyordu. Öfkemi dizginlemek bir an için zorlaşmıştı çünkü bu düzen fazlasıyla tanıdıktı. Buna dünyada biz din diyorduk. Merhamet iddiasıysa vaat edilmiş olandı yani cennet ya da bir parça toprak.. her neyse. Benim sindirmek için biraz vakte ihtiyacım olduğunu gören kasket duruma ‘peki ya bu insanlara katılmanın bir yolu var mı? Yani buraya kadar çıkan asansör devam etmiyor mu?’ diyerek müdahil olmuştu ve benim tuvalete gitmem için harika bir fırsattı bu.

                Tuvaletten geldiğimde bir sigara yakıp ne durumda olduğumuzu anlamak için kulak vermeye başladım, çocuk anlatıyordu ‘bizi sorgulamamızın yasak olduğu bir diktatörlük içinde yönetiyorlar. Bütün iş kaynaklarını onlar sağladığı ve ekonomiyi yani bu gezegendeki hayatı da ellerinde tuttukları için kimse baş kaldıramıyor, zaten halkın büyük çoğunluğu da bununla ilgilenmiyor bile, benim bir çığırtkan gibi gezmemin sebebi de bu ya, kilisem beni bunun için görevlendirdi, adaleti ve eşitliği istemeye insanları çağırmak için’. ‘Peki ya bu sistem nasıl başladı, bu insanlar nasıl başa geçti?’ diyerek hem çocuğun bilgisini aktarıp rahatlamasını sağlamak hem de kaleyi içten fethetmek adına temelleri hakkında bilgi almak için sordum. ‘Eskiden tek başlı bir sistem yoktu burada’ diye anlatmaya başladı çocuk. Bir sigara istediğinde biraz endişe ederek uzattım ve yakıp devam etti ‘Eskiden herkes kendi soyundan sorumluydu ancak bu sistem de çok iyi çalışmıyordu, herkes elindeki gücü istismar ediyordu, insanlar bıkmıştı, yeni bir jenerasyon gelip başkaldırdı ve devrim yaptı. Daha sonraysa devrimciler bir oligarşi oluşturdular ve  yeni düzeni getirdiler. Asansörü de onlar yaptı, bu asansörün eşitliğimizin sembolü olduğunu ve çabalayan herkesin çabasının karşılığında yükselebileceğinin bir ifadesi olduğunu söylediler. Biz de çok memnun kalmıştık devrimin savaşçıları olarak, tabi ben yoktum o zamanlar ama kendimi bir devrim savaşçısı olarak nitelendiriyorum işte. Daha sonraysa kaçınılmaz olarak, başa geçen oligarşi, gücün şehvetine kapıldı ve en üstteki teras katına kimseyi almamaya başladı, daha sonra yukarının trafiği kesildiğinde ekonomisini de yitirmeye başladığı için sömürmeye başladılar, alt katları sömürgeleştirdiler ve bir zamanlar nefret ettikleri şeye dönüştüler.’

                Çocuğun hikayesi bittiğinde kasket de ben de gerçekten fenalaşmak üzereydik, hikayenin ne kadar klişe olduğu durumu bizi derinden yaralamıştı. Düşünsenize galaksinin diğer ucundasınız, süngerlerin yaşam sürdüğü apartman şekilli bir gezegendesiniz ve burada bile Orwell haklı çıkıyor. İnsan doğasından ziyade irade doğası sanırım. Çocuğa teşekkür edip biraz da harçlık verip motive ederek görevine devam etmesi için uğurladık onu. Bu sefer ne yapacağımızdan emindik. Çantada keklikti bu olay. Kasket de ben de biliyorduk bunu. Tek yapmamız gereken sistemi devirmek adına gerekli planı yapıp sistemi devirirken aynı zamanda ödülümüzü de almak için yetkilinin karşısına çıkmaktı, gerçekten eğlenceli olacaktı. Planımızın içermesi gereken yegane karakteristik ise onlara işlerini büyütme imkanı sunmaktı. Obur iştahlarını cezbederek akıllarını devre dışı bırakacak ve boşluklarından faydalanıp organize olmuş halkla beraber talan edecektik. Gezegenin bu seferki şansıysa bu kez devrimin liderleri yabancılar olacaktı ve biz gidince sömürülen halkın kendi tasarımını oluşturma zamanı olacaktı. Umarım demokrasiyi seçmek yerine yaratıcılıklarını kullanırlar.

                Bu konudan bahsettiğimi biliyorum ama halkın arasına karıştıkça gerçekten iki ağız toplamda dört karış açık bir şekilde geziyorduk ve neredeyse bunun yetersizliğinden ötürü kasketten birkaç ağızlı bir canlıya dönüşüp o ağızları da ikişer karış açık bırakmasını rica edecektim, ama öyle olmadı. Onun yerine üst kata nasıl çıkacağımızı ve gerekli tohumları nasıl serpiştireceğimizi düşünmeyi daha gerekli bulmuştum. Bunun için önce üst kattakilerin iş dünyasına dahil olabilmeliydik. Şanslıyız ki iş dünyasının göbeğine denk gelmiştik, muhtemelen domuzlar tarafından sürekli manipüle edilen ve hiç de serbest olmayan piyasa ayağımızın altındaydı. Tek yapmamız gereken doğru insanlara doğru fikirleri doğru zamanda satmaktı. Yine şanslıyız ki iş dünyasında girişimcilik için doğru zaman her zamandır aşağı yukarı, gezegende ekonomik bir kriz yoktu neticede ve dolar 7 lira olmamıştı. Berat Albayrak da yoktu işin içinde, en azından tahminimce. Umarım yukarda onunla karşılaşmayız.

                Kasketle bunları konuşup tartıştıktan sonra hemen bir kırtasiyeye gidip sunum hazırlamak için kağıt kalem aldık. Hemen ardından da birer bond çanta aldık ki ciddiyetimiz artsın. Muhtemelen James Bond buralarda ünlü değildir, o yüzden çantamızın bond çanta olması klişesiyle değil de çantalarımızın ne kadar ikonik birer moda örneği olduğunu göstereceklerini umuyorduk. Sunumu hazırladık nitekim bu tip aç gözlülere satacak bir fikir bulmak çok da zor değildi. Sadece beyinlerimizin bir kısmını devre dışı bırakarak gerekli kapasiteye düşebilirdik, bunu eğitimli ve kültürlü hemen herkes yapabilirdi. Nitekim fikri bulmaktan ziyade zor olan kısım buydu. Her neyse, sunumumuz hazır bir şekilde gördüğümüz en ışıklı gökdelene doğru emin adımlarla ilerlemeye başlamıştık.

                ‘İş dünyasının şehvetine kapılmaz mıyız?’ diye soran kaskete bir an sisteme bilenmeye dalmış olan halimle döndüğümde ürperdi, o ürperince ben de bir an için kafamın nerede olduğunu görüp şaşırmıştım, nitekim domuz çiftliğini gerçekleştirmek istiyordum resmen, bu sefer doğru olacaktı ve domuzlar sadece pislik yemeye devam edeceklerdi, eğitilemez olanların hak ettiği gibi. Tek fark bu kez pislik yiyenlerin domuz değil süngerler olacağıydı. Sömürge süngerler. Kafamın içinden çıktığımda ‘İş dünyasını domine ettikten sonra kapılacağımız şehvetten bahsediyorsun değil mi?’ diye karşılık verip beyaz bayrak sallamıştım. Kasket yine de beni konuşturmaktan vazgeçmiş gibiydi, ‘şuradaki plazaya giriyoruz değil mi?’ diyerek topu bana attı ve titreyip kendime gelmem gerektiğini anımsattı bana. Ben de gerekeni yapmıştım ve bunu yapmak, plazaların ve iş dünyasının vazgeçilmezi olan take away kahveciler sayesinde, çok da zor olmamıştı. İkimiz de yine kahvelerimizi almış gidiyorduk.

                Bu kez plazaya girmiş danışmaya yürürken kahvelerimizi attık çünkü ilk girişimizden sonra kahveyi atmaktansa bitmesini beklemenin şımarma ve dikkat eksikliğine yol açtığı yönünde bir teori vardı ortada. Bu teorinin gücüyse ikimizin, birbirimizden bağımsız olarak, bu sonuca varmış olmasıydı. Danışmaya gidip bond çantalarımızı masanın üstüne koyduktan sonra ellerimizi belimize koyup şahane bir senkronizasyonla satmak üzere olduğumuz devasa kar getirisi olan bir projeden bahsettik ve duruşumuzu bozmadan bizi gerekli kişiye yönlendirmesini rica ettik. Muhtemelen bond çantadan etkilenmiş olacaktı ki danışmadaki kişi bize en üst katta, asansörden inip yürüyünce ilk sola dönüp koridorun sonuna kadar gidersek aradığımız kişiyi bulacağımızı söyledi. Dediklerini yaptığımızdaysa koridorun sonuna yakın yaklaşık 80-100 metre boyunca başka oda olmadığını fark edip ‘vay canına gerçekten büyük bir ofis olmalı’ diye geçirdim içimden. Ayrıca kapıda sekreter olmaması da şaşırtmıştı beni. Bir an fazla şaşırdığımı fark ettim. Çünkü şaşırmalarım üst üste birikmiş dağ olmuşlardı. Plazaya giriyoruz, danışmaya şovumuzu yapar yapmaz patronun ofisine gönderiliyoruz ve patronun ofisinde sekreter bile yok, ayrıca girerken kimse bizi aramamıştı da.

                Şüphelerin verdiği uyanıklığı diri tutmaya çalışarak patronun ofisine girdik ve girmemizle şaşkınlıktan dağılmak üzere olan ağızlarımızı toplama çabasına başlamamız bir oldu. Şayet ağzımızın dağılmasına izin verseydik odada adım atacak yer kalmayabilirdi çünkü oda gerçekten küçüktü. Özellikle insan etrafta başka hiçbir ofis olmadığını düşününce sinirlenmeye bile başlayabilirdi, o duvarlar ne diye o zaman kardeşim. Her neyse, patronla selamlaştıktan sonra oturduk, planımızı anlattık ve planımıza devasa bir bütçe atadık ki bir üst kata yönlendirilmek zorunda olalım. Ayrıca tabi ki planın çerçevesi de bütçenin şişik değil olağan bir bütçe olduğuna dair işaretler verecek şekildeydi, vaatler olsun, inşa aşamasının ne kadar uzun süreceği olsun. Projemizse gayet basitti, son teknolojiyle kuşatılmış bir saray. Liderlere yaraşır bir saray. Prestij sembolü bir saray. Dosta güven düşmana korku verecek bir saraydı projemiz. Tabi ki sarayın bütün teknolojilerle desteklendiğini ve bu teknolojilerin de son nesil olduklarından bahsetmeye gerek yok, öyle ki sarayın sakinlerinden birisi bütün gününü hiç yürümeden geçirebilirdi, ulaşım düşünülmüştü; hiçbir şey kesmeden ve elini suya bile değdirmeden yemek pişirebilirdi; ve gözleri kapalı gazetesini dahi okuyabilirdi bu sarayda. Çünkü bu saray gerçekten götünü büyütmüş ve olduğu yere gelene kadar hiç çabalamamış insanların hak ettiği bir saraydı. Açıkçası böyle bir sarayın çoktan yapılmış olması fikri beni korkutan tek şeydi. Eğer bu saray varsa bu sefer gerçekten orijinal bir fikirle gelmemiz gerekecekti, ama şanslıydık ki yeterince iyi bir sarayları yokmuş, asla olmaz zaten. Plazanın patronunun birkaç telefonunun ardından nihayet üst kata yolculuğumuz başlamıştı.

                Üst kata gitmek için yine bir asansör kullanacağımız konusunda yanılmamışsak da bu asansör hakkında biraz yanılmış olabiliriz. Patron bizi önce plazanın tepesindeki helikopter pistine götürdü. Piste çıktığımızda her şey normal görünüyordu dümdüz bir pistti burası. Biz de beklemeye başladık şayet bize beklememizi söyleyip gitmişti adam da, yeterince şaşırtıcı ve eser miktarda asabi bir tavırla. Beklerken vicdanımı salmanın zamanının geldiğini fark ettim:

-          Kasket beni en çok rahatsız eden şey ne burada biliyor musun?

-          Dolandırıcı olmamız mı?

-          Pek sayılmaz çünkü dolandırıcı değiliz aslına bakarsan yapılması mümkün olan bir projeyi devrimimiz için araç haline getirdik yalnızca. Beni esas rahatsız eden şey her zaman daha rahat ve sakin bir hayat için her seferinde bu kadar fazla çabalamak zorunda olmak ve aynı şekilde daha düzgün bir yaşam için de her zaman önce yozlaşmanın gerekliliği.

-          İnsanın gerçekten hayat bizden ne istiyorsun diye bağırası geliyor değil mi?

-          Aynen öyle.

-          O zaman bir düşünce deneyi yapalım: bir çocuğun olduğunu düşün, çocuğunun her zaman rahat sefa ve lüks içinde mi olmasını isterdin yoksa arada bir çabalayıp bir şeylerin üstesinden gelerek bulunduğu yeri hak etmesini mi görmek isterdin?

-          Ah evet, ikincisi, şimdi anlıyorum, ama yorucu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

-          Burası bitince ne kadar rahat edeceğine odaklan, biraz yardımı olur muhtemelen.

-          Teşekkürler hayat baba, beni sınadığın için?!

Bu sırada beklediğimiz araç gelmişti ama araçla ilgili problem şöyleydi. Araç bir helikopterdi olmasını beklediğimiz gibi, fakat bu helikopter bir asansör hücresi taşıyordu. Helikopter hiç iniş yapmadı. Hücreyi park etti, bizden hücreye binmemizi istedi ve biz binince de havalandık. Ah bu gösteriş sevdalıları.

Asansörde maceranın sonuna yaklaştığımız fikri belirmişti aklımda, haklıydı da bu fikir. Maceranın sonuna geliyorduk, en azından bizim için, sıradaki hedef sıcak evim ve yatağım olacaktı; yerlilerin sıradaki hedefi de aslında pek farklı olmayacaktı sadece bunun için önce yorulmaları ve yıpranmaları gerekecekti. Hayatın herkese eşit davrandığını fark etmek sevindirmişti beni. Küçük ekstatik bir havaya bürünmüştüm.

        Nihayet gelmiştik, asansörden çıktığımızda kendimizi yuvarlak masalı bir toplantı salonunda bulduk. Masa yuvarlaktı ama oturanların düzeni üç çeyrek bir daire oluşturuyordu. Kalan çeyrek sunumu yapacaklar için boş bırakılmıştı sanırım. Kimsenin arkasından iş dönmesini istemeyen bir gruba mı denk geldik yoksa diye korkmuştum ilk başta. Daha sonra masanın dekoruna gözüm ilişince korkularım da dinmiş oldu çünkü masadan sonra odanın da dekorunu incelemiştim. Gösteriş akıyordu. Bembeyaz bir mermerden yapmışlardı masayı, bu mermeri nereden bulduklarına takılmıştı kafam ve dayanamayıp sorduğumda aldığım ‘boyattık’ cevabı bana bir kez daha haklıydım duygusunu yaşattı. Masanın tam orasındaysa devasa bir cisim vardı, tam olarak ne olduğunu kestiremediğim bir şeydi, tematik algı testi gibi insanın iç dünyasını hedef alan bir şeye benziyordu ve aynı zamanda her bir kişinin karşısındakini görmesini de engelliyordu. Gerçekten tuhaf diye düşünüp incelemeye devam ettiğimde tavanın yüksekliği de beni derinden yaralamıştı şayet Odin’i ve Fenrir’i üst üste koysak alacak kadar yüksekti bu tavan. Duvarlardaysa herkesin tahmin edebileceği üzere Rönesans Hristiyan tabloları asılıydı, herkesin tahmin etmesinin sebebiyse bir anlık başka bir gezegende olduğumuzu unutmuş olmamızdı, bu tablolar buraya nasıl gelmişti acaba? Sormakta sakınca görmeyince bunu da sordum ve Arif Işık’a benzeyen ama nispeten daha gür saçları olan sünger cevap verdi ‘Turistik amaçlı gittiğim bir gezide dünyadan almıştım, gerçekten ucuzlardı ve duvarlarımız boştu, anlarsın ya’. Ben de şahsen dünyalı olduğumu söylediğimde düşünmeden konuşmuş olmanın bedelini ödercesine girmek istemediğim bir samimiyete sürüklendim. Bir samimiyet kara deliğiydi bu, nerde görsem tanırım, neyse ki ufak bir sessizlik anını bölen okkalı bir öksürük hem güveni kazanırken hem de konuyu değiştirmeye yardımcı olurdu ve tam olarak öyle yaptım.

                Sunumumuzu gerekli büyüleyicilikte yaptıktan sonra sorularının olup olmadığını sorduk en iyi sunumlarda olması gerektiği gibi. Burnumun aktığını fark etmeme sebep olacak kadar uzun bir sessizlikten sonra tam ben burnumu çekerken içlerinden daha ‘bilge’ görünen bir sorusu olduğunu söyledi:

-          Bu sarayı daha ucuza mal etmek mümkün değil mi?

-          Maalesef efendim, elimizdeki en iyi teklif bu, tabi ücret istemeyen bir işgücünüz yoksa?

-          Hayır maalesef öyle bir işgücümüz henüz yok.

Bu kez de içlerinden en genç olanı söze karışmak istiyordu, sorusu olduğunu söyledi ama genç olanlar beni hep kurnazlıklarıyla korkutmuştur o yüzden bir süre görmezden geldim ve neyse ki içinde bulunduğumuz odada yalnız değildim, gençlerin konuşmasını istemediği besbelli olan ve muhtemelen TOKAI çakmak kullanan, en azından çakmak kullansaydı onu kullanırdı, ve kirli sakallı, kelleşmeye başlamış olan sünger söze atıldı:

-          Peki bu saray hepimizi alacak mı? Yeterince büyük görünüyor tabi, ama herkesin bir arada yaşaması biraz enteresan olmaz mı?

-          Hakkınızı vermeliyim bu noktada, herkesin bir arada yaşaması biraz eskide kaldı, en son mitolojiler herkesin bir arada yaşadığı dünyalar yaratırdı ancak bu durumda sanırım sarayı aranızda paylaşmanız gerekecek, tabi ki kimse böyle bir simgeden mahsur kalmak istemez ancak birilerinin fedakarlık etmesi gerekiyor.

Son söylediklerim salonu gerçekten karıştırmaya yetmişti. Herkes hak iddia ediyor ve yine aynı şekilde herkes diğerlerinden önce neden sarayın ona verilmesi gerektiğini açıklamak için canla başla savaşıyordu. Kaosa müdahil olmak için eşsiz bir zaman olduğunu düşünen kasket lafa girdi:

-          Bu arada, sanırım içinizden birisine ait olan bir şey var bizde, çantasını açtı ve cihazları çıkardı ortaya, bunları, içlerinden birini aldı, buraya iletmek için çıkmıştık yola en başta ama anlarsınız ya iş dünyasının şehveti insanın aklını çeliveriyor.

Kelleşmekte olan kirli sakallı hemen çantaya atıldı ve borverleri sahiplendi. Biz payımızı almıştık o da kargosunu. Ve yine işimizi fazla yaparak bir de devrim tohumları serpmiştik, nihayet kodamanları tartışmaya terk edip gidebilirdik buradan. Artık başka yatırımcılarla görüşmek için ayrılmamız gerektiğini söyleyip pilottan bizi girişe bırakmasını rica ettik. Derin bir nefes vermiştik bu kez, başlarken aldığımız derin nefesi.

Yola çıkmak üzereyken aklıma yolculuğumuzun başında denk geldiğim tel geldi, şu aynı anda nihilist olurken aynı anda da hükümet hakkında fikirleri olan. Bulmam uzun sürmedi şayet sigara dumanını ve sinekleri takip etmem yeterliydi. Onu bulduğumda beni hemen hatırladı ve selamladı beni. Ben de onu selamlayıp artık hükümeti sorun etmesine gerek kalmadığını söyledim ve iyi günler dileyip ayrıldım yanından. Kasketin yanına gittiğimdeyse en azından altı dakika geçmiş olduğunu fark ettim çünkü çoktan yollukları sentezletmişti bile. Kasketle aracımıza binip ardımıza bakmadan ve bir daha görmemek ümidiyle uzaklaştık o lanet gezegenden, namı diğer teessüf.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Herhangi bir şeyi istediğiniz radikallikle eleştirebilirsiniz, radikal sağ olmadıkça sorun olmaz