Mutsuzluğun Peşinde/72.1

                Baştan aşağı siyah giyinme işini bitirmiş, bu iş zaten çok sürmezdi, dışarı çıkıyordu. Dışarı çıkmak istemediğini göstermek ister gibi kapkara giyinmiş, geceyle bir ilerliyordu. Kimin daha hızlı ilerlediğine bakarsak gece daha hızlı gibiydi şayet Deniz hala ters yöne ilerliyor ama bunu henüz fark etmiyordu. Kafası bambaşka yerlerde gibiydi ama kendisi de kafasının nerede olduğundan emin değildi. Çok klişe olduğunu bilse de bildiği diğer bir şey de baş etmesi en zor olan şeylerin bu çok klişe durumların olduğuydu. Ha deyince içinden çıkabileceği, en azından, bir durum vardı; ziyarete gittiği barmen arkadaşını arayıp barın yerini sormak istemişti, ama barmenler de hep çok meşgul olur, herkesin yarısı kadar mola alırlardı. Çalışırken öğrenmişti bunları. Muhabbet etmeye bayıldığı barmenle asla mola alamazdı çünkü beraber. Tam eli telefona gitmiş numarayı çeviriyorken bu düşünceleri tamamladı ve telefonun açılacağına olan bütün inancını yitirdi. Daha sonra ümitli bir şekilde daireler çizerek yürürken telefonun açılmasını bekledi, ama açılmadı. Açılmayan çoğu kapı gibi, bu da açılmadı, illa tırnaklarla kazımak başkası olmaz zaten, deyip WhatsApp’ını açtı. Daha önce atılmış olan konumu sohbetin derinliklerini kazarak buldu. Tamamlamayı becerdiği çoğu iş gibi bunun da derinliklerini kazmış ensesini biraz daha kalınlaştırmıştı. Bu kalın enseyi taşımak da çok yorucu oluyor diyerek ve akşam barda içer bitiririm düşüncesiyle gidip bir paket sigara ve çakmak aldı kendisine ve açıp birini yaktı hemen. Paketi daha yeni açmıştı ki bir anda üzerindeki kamu spotuna takıldı gözü, üzerinde dünyanın en kötü ağızlarından birine, methheadlerin bile yaklaşamayacağı pislikte bir ağıza denk gelmişti. Sigaranın ağız sağlığına olan olumsuz etkisinden bahsediyordu spot anlaşılacağı üzere. Bir an emeksiz elde edebildiği tek güzel şey olan gülümsemesini kaybettiğini hayal edip paniğe kapılacak gibi oldu. Ama içinde bulunduğu durum panikten ziyade ümitsizliğe dönüşüyor gibiydi. Bir daha hiç gülemezsem ümitsizliği, bir daha güldüğüm herkesin bütün neşesini kaçırırsam ve kimse gülmemi istemezse ne yaparım düşünceleriyle boğulmamak için kulaç atar gibi güçlü ve can havliyle dolu adımlarla giriş yaptı bara.

                Barda en sevdiği yere oturmuş biraz daha eğilse veya kısa olsa neredeyse bütün yüzünü kapatabilecek kadar yüksek ve büyük içkisini söylemişti. En sevdiği köşenin en büyük özelliklerinden biri köşe olmasıydı, kendini mümkün olan en yüksek seviyede kapatmayı çok severdi. Buna rağmen sosyal hayatında da hep bir liberal imajı çizerdi. Çünkü tezat varlığının onu hayatta tuttuğunu biliyordu, en azından hissediyordu. Böyle çarpışmalar yaratmadan enerji elde edemezsiniz, tıpkı büyük hadron çarpıştırıcısı gibi. İşte bu tezatı yaratma heyecanıyla, uzun zamandır dümdüz giden hayatına da biraz renk katma amacıyla yine, oturmuş izlemeye başlamıştı.

                “İnsanların da aslında yargılanmaya bayıldığını biliyorum, herkes dışarıdan gelecek ve iyi açıklanmış olan herhangi bir gözleme o kadar açlar ki, bunu yapmak istediğimde istemediğim onlarca dostum olacağını biliyorum, ama bunu istemiyorum ben. Bu dünyada dostlar yaparak ilerlemek herkesin başarabileceği çocuk oyuncağı bir iştir. Gerçekten insanın sınırlarını zorlayabilecek olan tek şey hayatının en büyük kısmını yalnız geçirip bu kısmın payını arttırmaktır. Bunu yapabilen kişiyi hiçbir şey yıkamaz artık. Oysa şuradaki kafasından büyük sakalı olan adam öyle mi, o adamı sadece traş olmak bile yıkabilir ve paramparça olduğu yerden sakalları tekrar uzayana kadar da çıkamazdı; karşısındaki kadından yanındaki kadına bahsederken takındığı bıyığını kaşıma tavrı hele, o masaya beni bırakın, geçmişinden biri iştirak etse bunun bile altından kalkamazdı.”

                Bu kadar derin düşüncelerin ardından kendini biraz bitkin hissedince dışarda bir sigara içmek istedi, tanıdık kimsenin karşısına çıkmaması ümidiyle. Çünkü kimsenin tanıdığı insan değildi, kendi yeraltına1 çekilmişti artık ve kendisiyle kalması gerekiyordu. Arınma adını verdiği şeye çoktan başlamıştı ve bu arınmayı paylaşacak kimsesi olmayan biri gibi olabildiğince derine gidiyor ve hiç durmuyordu. Durmaktan korkuyormuşçasına hızlanmak arzusuyla yanıp tutuştuğunu her seferinde fark ederdi ama yine durmaması gerektiği için, bunun da üzerinde durmazdı. Sadece zehrini akıtmalı insan derdi bu durum hakkında.

                Sigara içerken kafasındakiler bir bir konuşmaya katılıyordu, bir soldan bir yukarıdan; bir sağdan bir aşağıdan. Kafasının içine bir an için tepeden bir bakış atmayı başarmıştı; bunu başardığı anda da aklına 12 Kızgın Adam filmi gelmişti. İçeride herkes idam istiyor, cezalandırma istiyordu. Yalnızca safların neredeyse yok olduğu insanların tek düz dizilmeye başladığı mesafelerden birisi, yeterince dinlediği kanısına vardıktan sonra kalkıyor ve konuşmasına başlıyordu. Bu adam konuşurken idam edilmek üzere olan kendisiymiş gibi öznesine yüksek dozda empati sağlayarak savunuyordu onu; en sonunda olur da idam kararı verilirse kendisinin de bir parçası ölecekmiş gibi savunuyordu. Tam da bahsettiğimiz kişi bir anda daha fazla dinlememeye karar vermişti, konuşmasına başlıyordu.

                Oturduğu yerden kalktı ve ‘siz, beyler, acımasızsınız. Ancak neden acımasız olduğunuzu bilmiyorsunuz.’ Sonra iç cebine uzanırken devam etti, ‘İnsanı acımasız yapabilecek sebepler her zaman vardır, bahanelerin her zaman olacağı gibi.’ Paketi eline almış sallıyordu. ‘ancak’ dedi, ‘bahaneler’ dedi ancak paketinin boş olduğunu gördü. Boş olanı çöpe atıp yeni paketini çıkartırken devam ediyordu, sürekli konuşma halindeydi, bir tür trans gibiydi bu yaptığı şey, Deniz’e göre. ‘Evet işte, bahaneler de boş paketlerin ait olduğu yere aittir. Gerçekçi olan hiçbir şeye ait değildir. Ancak gerçekliğin atık maddesidir.’ Nihayet bir sigara çıkarmış ve yakmıştı. ‘Eğer beyler’ dediğinde derin bir nefese ihtiyacı olduğu ortadaydı, sigara yardıma hazırdı. ‘Bugün, burada, bu davada, karşımızdakini idam edersek, bu hareketimiz insanlığımızın da bir parçasına veda etmemiz anlamına gelir. Nitekim, idam etmemiz demek vicdanımızın, onurumuzun ve insan oluşumuza olan sadakatimizin de bir parçasının idam edilmesi demek olur.’ Biraz uzun bir cümle kurmuş nefesi tükeniyordu. Uzun cümlelerle bir yere varamayacağını kendine hatırlatıp devam etti; itiraz edecek gibi görünen kimse yoktu. Sonrasında mantıksal hiçbir argümana ihtiyaç duymadan konuşmasını nedensellik doğrultusunda, somut referanslarla; hala mantıksal açıklamalara ihtiyaç duymadan kapattı. Sigarasını söndürdü. Oradan ayrıldı. Odayı terk etmişti. Sağ duyulu görünen ve toplumsal iyiyi düşünen tek insan da odayı terk etmişti. Bara, masasına ve içkisinin arkasına geri döndü. Uzun uzun, dehşete düşmüş gözleriyle, baktı. Baktığı mesafenin derinliği onu tatmin etmediğinde gözlerini daha da içeri çekmek istiyordu. Derinliği ve mesafeyi arttırarak duyduklarının kendine ait olmadığına inanmaya çalışıyordu. Kendi düşüncelerinden uzaklaşmaya çalışırken bitirdi içkisini.   

                Kalkmaya yeltenir gibi oldu ama henüz erken olduğunu düşündü. Henüz ziyaret etmeye geldiği arkadaşına bile selam vermemişti. Yine de, arkadaşına görünmeden gecesine devam etmek daha anlamlı görünmüştü ona. Kendisine bir içki daha söyledi ve bu kez bir de küllük istedi. Oturduğu yere gömülme zamanı gelmişti. En azından bunun kararını vermişti. Bu, bir anlığına gelen, tereddüt onu biraz tedirginleştirdi. Nitekim bir karar vermişti. Böyle zamanlarda bunu yapmamak için elinden geleni yapmaya kendine söz vermişti; bir kez bu arınma gecelerinden birinde, hiç haz etmediği bir çalışma arkadaşını çıldırtmak için, bir grup kıza takılmıştı ve daha sonra partiye evinde devam etme kararı aldığı kızlardan biriyse bu çocuğun ayrılmak üzere olduğu sevgilisiydi. Kendi kendine düşündüğünde her şey çok anlamlı gelmişti. Nitekim neredeyse ayrılmışlardı bile. Aralarında resmi olan dışında herhangi bir bağlılık yoktu. Ve daha geçen gün işteyken ‘sexin herhangi bir durum ve statüyle bağlılığı yoktur’ dediğinde Deniz, çocuk onu haklı bulmuştu. Kızması için hiçbir sebep yoktu. Ancak öyle olmadı ve bu durum işyerinde günaydın günaydın sohbetinde olduğu birkaç kişiden biriyle de bağlarını koparmasına yol açtı. Şimdi de bu yüzden sorgulamaya başlamıştı ancak bu kez tehdit unsuru canlandıramıyordu kafasında. Bunun sebebiyse çok basitti, bu kez yalnız çalışıyor olacaktı. En fazla ne olabilir ki, diyerek bir kalem ve bir de defter çıkardı. Yeraltına ait olandı bu defter. Yeraltı defteri gibi kötü bir isim bulmuştu bu deftere, ancak elindekiyle idare etmeye alışık birisi olduğundan da yeni bir isim üretmeye çalışmamıştı. Aklına gelen ilk şey, defterin ismi olmuştu. Deniz’e sorsanız, defterin bir isme sahip olduğu için bile şükretmesi gerekiyordu.

                Defteri çıkardı ve bir şeyler yazmaya başlamadan önce her zamanki gibi çizmeye başladı. Rastgele çizgilerle başlardı bu hep. Daha sonra çizgiler yavaş yavaş rastgeleliklerini yitirip birtakım, kendilerince ve kendilerine özel anlamlar kazanmaya başlıyorlardı. Sona yaklaştıkça bu nispeten anlamlı çizgiler birleşerek şekiller, daha anlamlı şekiller, oluşturmaya başlıyorlardı ve nihayet anlamlı bir bütün oluşayazdığında ise çizmeyi bırakıp yazmaya başlıyordu. Kalemini kontrol ederken gelmişti birası ancak siparişini getiren garson biraz çenesi düşük birisiydi ve bu durum Deniz’i mahvedecekti. Zaten mahvolması için çok da fazla şeye ihtiyacı yoktu. Biraz ifşa olması, yeraltında olduğu sırada, mahvolması için yeterliydi. Bu çıkmaza düştüğünde de ‘dövüş ya da kaç’ moduna giren beyni karşısındakini mahvetmeye başlıyordu. Öyle ya kaçacak yeriniz olmadığında dövüşürsünüz.

                Her neyse..

                ‘Aa yazıyor musunuz?’ diye söze girmişti garson kız. Küt kesim saçları ve yuvarlak gözlüğüyle Deniz’e Scooby-Doo’daki kızı hatırlatmıştı. Yalnızca saçları turuncu veya elbisesi mor olsaydı, diye düşündü kendi kendine; ‘Pek sayılmaz, daha çok kusacak gibiyim’ diye karşılık verdi. Aldığı cevaba fazlasıyla bozulan garsonun yüzü düşmüştü ancak kimsenin umurunda değildi bu. Kendini toparladı ve yenik ayrılmamak için genç kız ‘Kusmaya bayılırım, insanı bu kadar rahatlatan başka bir şey yok’ diye anlamsız yere iddialı bir söz söyledi. Deniz ise cevabın gelmiş olmasına bile şaşıran gözlerinin kocaman olduğunu fark etmemiş, birasından yudum alıyordu. Ne dediğini duyduğunda gözlerini kızın gözlerine dikti. Bir süper kahraman dövüş sahnesi gibiydi. Kızın anlamsız ve çiğ bakışlarından çıkan abes ışınlarla Deniz’in gözlerinden çıkan masmavi ışınlar kapışıyordu. ‘Kusmak yerine sence de üzerine gitmek daha verimli olmaz mıydı?’. Mavi ışınlar biraz daha baskın gelmeye başlamıştı. Çiğ bakışlar beklenmeyeni yaparak hiç geri çekilmeden ‘Elbette; ancak.. herkes, bilirsiniz ki.. her zaman, savaşamaz.’ Kız cümlelerini beklenenin üzerinde esler vererek söylemişti. Yalnızca herkes, her zaman ve savaşamaz kelimelerini biraz daha fazla vurgulamıştı. Kahretsin, bu kız biliyor konuşmayı, diye düşündü Deniz ve cevap verdi. ‘Savaşmayanın yapacağı tek şey kaçmak değildir, eğer biraz düşünürseniz, cephenin tek yönlü olmadığını anlayabilirsiniz’ diyen Deniz artık karşısındakini mahvetmek istemiyordu. Sadece onun toz olmasını ve işiyle ilgilenmesini istiyordu. Nitekim kızın ağzından son çıkanlar çoktandır mahvolmuş birisiyle konuştuğunu düşünmesine sebep olmuş ve daha fazlasını yapmasına gerek olmadığını anlamıştı. Düşündüğü şey tam olarak kızın ‘helpless’ olduğuydu. Garson kız da konuyu daha fazla derinleştirmemek ve beyefendiyi daha fazla rahatsız etmemek için ve umarım hesabı alan ben olmam diyerek oradan ayrıldı. Gidip arkadaşlarıyla sohbet etmenin vaktini güzel geçirmek adına daha verimli olacağı kanısındaydı. Haklıydı da. Burada yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Koskocaman barın içinde adamın birisi kendi mekanını açmıştı ve kimseyi almaya niyeti yoktu.

               

Yorumlar